KARA Kuvvetleri Komutanlığı’nın ‘bröve’sinde yazılı bir tarih, eminim sizlerin de dikkatini çekmiştir: M.Ö. 209.
Milattan Önce 209 tarihi Mete Han’ın, Hun İmparatoru olduğu döneme denk geliyor. O tarihte ‘hava ve deniz kuvvetlerimiz’ olmadığı için bu tarih aynı zamanda Türk Ordusu’nun temellerinin atıldığı tarih anlamına da geliyor.
Dünya yüzündeki herhangi bir ‘kara kuvvetleri’nin böyle bir tarihsel geçmişe sahip olduğunu zannetmiyorum. Tam tarihini bilmiyorum ama belki İran Kara Kuvvetleri için böyle eski bir tarihe ulaşmak mümkün olabilir. Geri kalanlar için böyle bir şey mümkün değil.
Şimdi Kara Kuvvetleri’nin brövesinde yapılan bir değişiklik eleştiriliyor.
Atatürk’ün siluetinin o bröveden çıkarılmış olmasını kabul etmeyenler var. Buna karşılık Genelkurmay’ın dün yaptığı açıklamada da ‘eleştiriler haksız’ bulunuyor.
Bu tartışmaya girecek değilim. Atatürk, resmi orada ya da burada olsa da olmasa da Türk ulusunun tarihindeki önemini yitirecek, kalplerimizdeki yerini kaybedecek bir şahsiyet değil.
Benim dikkatinizi çekmek istediğim nokta şu: Böylesine tarihi geçmişi olan bir kurum, kendisini simgeleyen bröveyi bu kadar kolaylıkla ve baştan savma biçimde değiştirme hakkına sahip midir?
Bilmiyorum ama eminim ki mesela İngiliz Kara Kuvvetleri’nin brövesi böyle kolaylıkla değiştirilemezdi. Ve eminim ki bilmem kaç yüzyıldır o bröveyi değiştirmek de kimsenin aklına bile gelmemiştir.
Böyle ‘görünüşe müteallik’ değişiklikler ne yazık ki sadece bizim gibi Doğu toplumlarına özgü.
Öte yandan, madem böyle bir değişiklik gerekiyordu, bunun en mükemmel bir şekilde yapılması daha doğru olmaz mıydı?
Bu kadar köklü bir kurumun ‘simgesi’, tarihsel geçmişine de yakışacak ve onu da yansıtacak şekilde bir ustanın elinden çıksaydı bu gereksiz tartışmayla komutanlar da yıpratılmazdı.
Şunu da söyleyip bu konuyu kapatayım: Bu bröveler, her yeni komutanın zevkine ve anlayışına göre değişebilecek kadar önemsiz midir?
Medya görevini yapabilseydi
GAMZE Özçelik,terk edilmiş erkek egosunun iğrenç bir komplosuna kurban gittiğinde, bu haberlerin gazetelere yansıması bazı kişilerce eleştirilmişti.
Eleştirinin temel dayanağı da bunun ‘bir magazin olayı’ olduğu ve büyütülmesinin gereksizliğiydi.
Dün Hürriyet yazı işlerine gelen bir haber, bazı kişilerin ‘sıradan magazin haberi’ zannettiği bir olayın, son derece yaygın olduğunu ortaya koyuyordu.
Bodrum’da 16 yaşındaki bir kız çocuğu da, ayrıldığı eski sevgilisi tarafından böyle bir komploya kurban edildi. Ailesi perişan oldu, babası kalp krizi geçirdi, kızcağız okulunu terk etmek zorunda kaldı, psikolojik tedavi için başka bir kente kaçırıldı.
Ve mahkeme bütün bunların zanlısı olan genci, ‘tutuksuz yargılamak üzere’ serbest bıraktı.
Reşit olmamış bir kızın bütün geleceğini mahvetmeye yönelik bir tecavüzün zanlısı şimdi serbest!
Eğer Gamze Özçelik Olayı’ndan gerekli dersler çıkarılabilmiş ve sorun küçümsenmemiş olsaydı, Bodrum’daki iğrenç tecavüzü yapan kişi ne yapmakta olduğunu en az kırk kere düşünmek zorunda kalacak ve belki de böyle bir harekete hiç kalkışmayacaktı.
Hürriyet, Özçelik Olayı’na dikkat çekerek gazetecilik görevini yerine getirmeye çalışırken medyamızın öteki güçlü kuruluşları da mesleki kıskançlık nedeniyle olayı küçümseyeceğine ona katılabilseydi, belki de küçük bir kızın perişan olmasını önleyebilecektik.
Patrikhane İstanbul’undur
BİR süredir kendilerine ‘milliyetçi’ sıfatını yakıştıran bir grup, bir kampanya yürütüyor: Patrikhane, Yunanistan’a gitsin...
‘Ya sev, ya terk et’ saçmalığının yeni bir versiyonu olarak sahneye konan bu ‘ırkçı oyun’un tutacağını zannetmiyorum.
Patrikhane, bu yaşlı kentimizin ayrılmaz bir parçası. Kentin bizden önceki geçmişinde de yer alan ve İstanbul’u bir ‘dünya kenti’ haline getiren birçok unsurdan birisi, belki de en önemlisi.
Ermeni, Süryani, Kıptikiliseleri de dahil olmak üzere tüm Doğu kiliseleri içindeki en prestijli ve önde gelen bir kurumun, İstanbul’dan Atina’ya taşınmasını istemek nasıl bir milliyetçiliktir, anlamakta güçlük çekiyorum.
Patrikhane gibi bir kurum, başındaki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bir patrik ile dünyada sadece ve sadece İstanbul’a yakışır, bunu unutmayalım.