Biraz ‘empati’ iyidir

AVRUPA Birliği ile görüşmeleri yürüten AB Bakanı Egemen Bağış, Brüksel Basın Kulübü’nde bir konuşma yaptı.

Konu doğal olarak Türkiye’deki tutuklu gazeteciler meselesine de gelmiş. Bakan Bağış, şu anda tutuklu bulunan gazetecilerin, gazetecilik yaptıkları için değil, yasa dışı örgüt üyeliği ya da hükümeti devirmeye teşebbüs ettikleri için tutuklu bulunduklarını söylüyor.
Söz konusu gazeteciler ile ilgili olarak açıklanan iddianameler daha çok “o kitabı yazdı, bu kitabın yazılmasına yardım etti, şu haberi yaptı” şeklinde ama demek ki Bakan Bağış’a göre bunlar “gazetecilik faaliyeti” sayılmıyor!
Bakan Bağış, konuşmasında AKP’nin kapatılması ile ilgili dava sırasında yaşadığı acıklı bir olayı da aktarıyor.
“Hatta 9 yaşındaki oğlumun hayatı bile zorlaştı. Bir gün bir arkadaşıyla sokakta oynarken arkadaşı bisikletini ödünç istiyor. Oğlum ‘hayır’ deyince arkadaşı ‘babanın partisini kapatacaklar, işsiz kalacak ve bundan sonra bisiklete binemeyeceksin’ şeklinde konuşmuş. Evde 2 gün ağladı. Bu tür olumsuzluklara katlanmak zorunda kaldık, Allah’a şükür geride kaldı” diye anlatıyor.
“O zor günlerde” Egemen Bağış hapishanede tutuklu olarak bulunmuyordu, sadece partisi ile ilgili bir kapatma davası söz konusuydu.
Anlattığı bu anıyı okuyunca babaları yıllardır, aylardır cezaevinde olan çocukları hatırlamadan edemedim.
Acaba onların ruh halleri nasıldı?
Bağış bu anısını anlatırken acaba Mustafa’nın, Tuncay’ın, Nedim’in, Ahmet’in ve öteki tutuklu gazetecilerin çocuklarının neler yaşadığını hiç aklına getirdi mi?
Bakan’dan tutuklu gazetecilere “sempati” duymasını beklemiyorum, birazcık “empati” kurmayı denese benim için yeterli olurdu.

Jules Verne’in tek Türk kahramanı

JULES Verne’in 80 Günde Devri Alem’ini okuduğumda ilkokul dördüncü sınıftaydım. O günden beri dünyayı gezme isteği içimde bir kurt gibi kaynayıp duruyor! O hızla da Jules Verne’in bütün kitaplarını okuduğumu zannediyordum. Yanıldığımı bu ay yayımlanan Atlas Tarih Dergisi’ni okurken fark ettim.
Meğer Jules Verne’in orijinal adı “Sıradışı Yolculuk” olan ama Türkçe’de yıllar önce İnatçı Kahraman Ağa diye yayımlanan bir romanı daha varmış.
Romanda, Karadeniz kökenli bir İstanbullu olan Keraban Ağa’nın maceraları anlatılıyor.
Keraban Ağa, bir gün Üsküdar’a geçmek için kayığa binmek isteyince kendisine 10 para vergi ödemesi gerektiği söyleniyor.
Karaban Ağa kökenlerine sadık kalarak “inat ediyor” ve 10 para vergi ödememek için Üsküdar’a karadan geçmeye karar veriyor.
O zaman köprü yok tabii. Avrupa yakasından Üsküdar’a karadan gitmenin bir tek yolu var, bütün Karadeniz’i dolaşarak gitmek! O da öyle yapıyor. Roman da bu sıradışı yolculuktaki maceraları anlatıyor.
Atlas Tarih’in bu sayısında bu yolculuğun ilginç öyküsü var. Karadenizli inadının ne demek olduğunu merak edenler için ilginç olacaktır.

Birilerini tedirgin etmeyenleri tedirgin edin!

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, geçen günkü Ulusa Sesleniş konuşmasında “para politikasından, mali politikalardan asla taviz vermeyeceğiz. Özel sektörü, finans sektörünü tedirgin edecek, güveni zedeleyecek hiçbir adım atmayacağız” dedi.
Bir muhafazakâr iktidardan beklenmesi gereken bir tutum bu!
Elbette hükümetin ekonomik politikalarını yürütürken özel sektörü ve finans sektörünü tedirgin etmemesinde yarar var.
Ama Türkiye sadece onlardan da oluşmuyor.
Meselâ Milli Eğitim Bakanı geçenlerde 200 bin öğretmene kendilerine başka iş bulmalarını önerdi. Demek ki öğretmenleri ve öğretmen olmak üzere şu anda okullarda okuyanları tedirgin etmek de bir sakınca yok.
Sağlık Bakanı deseniz her gün hekimleri ve eczacıları tedirgin etmekte bir sakınca görmüyor.
Kıdem tazminatı konusunda işçileri, taban fiyatlar konusunda köylüleri tedirgin etmekte de bir sakınca görülmüyor.
Bilmiyorum şu anda Amerika, İngiltere, İtalya, Fransa’da cereyan eden olaylardan kaçımız haberdarız. Parklar işgal ediliyor, yürüyüşler yapılıyor, kıyamet kopuyor.
Bütün bunların nedeni o ülkelerdeki iktidarların halkın yüzde 99’unu oluşturanları değil, yüzde 1’ini oluşturanları kurtarma telaşına düşmüş olmaları.
Elbette ülke ekonomisi dediğimiz zaman bir bütünü kast ediyoruz, bütünün bir parçası batarsa öteki bölümleri de bundan şiddetle etkileniyor. Ama iktidarların aklına gelen sadece “yüzde 1”lik kısımlar.
Stephane Hessel, 21. Yüzyılın Manifestosu olarak tanımlanan “Öfkelenin” isimli kitapçığında buna dikkat çekiyor. “Çok yoksullar ile çok zenginler arasında hiçbir zaman bu kadar derin bir uçurum olmamıştı; paraya hücum, rekabet hiç bu kadar teşvik edilmemişti” diye yazıyor.
Bu düzene karşı direnişin bu öfkeden kaynaklandığını söylüyor.
Günümüz Türkiye’sinde “öfkelenmenin” bedelinin ne olacağını biliyoruz. Öfkeyi demokratik yollardan ifade etmeye kalkışmanın cezasının en hafifinden “terör örgütü üyeliğinden ” başlayacağını da.
“Parasız eğitim istiyoruz” pankartı açan çocukların başına nelerin geldiğini unutmadık. Hopa’da derelerin yok edilmesine direnenlerin başına gelenleri de!
Ama unutmayalım ki bu düzen biraz yaşanabilir bir hale gelecekse bunun yolu da hep birlikte öfkelenmekten geçiyor!
Yazarın Tüm Yazıları