Bir utanç temizleniyor

BÜYÜKADA’daki Rum yetimhanesinin tapusunun Fener Rum Patrikhanesi’ne bu pazartesi günü teslim edilmesi için işlemler tamamlanmış.

Haberin Devamı

Patrikhane’nin avukatı, “Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez böyle bir şey oluyor. Siyasi irade olmasaydı hiçbir sonuç alınamazdı. Çünkü bu dava Yargıtay’a giderdi ve oradan da azınlıklar lehine bir şey çıkması maalesef mümkün değildi” diye anlatıyor.
Ve maalesef haklı görünüyor!
Azınlık vakıfları ile ilgili olarak Yargıtay’ın 1974’te verdiği karar, hukuk tarihimizin en kara sayfalarından biri olmalı.
Yargıtay, o tarihte verdiği bir karar ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı azınlıkların kurduğu vakıfları, sırf o insanlar “Müslüman değil diye”, etnik kökenleri “Türk değil” diye “yabancı tüzel kişilik” olarak kabul etmişti.
Vergi veren, askerlik yapan, seçimlerde oy kullanan, pek kullanamasalar da seçilme hakkına sahip Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bir bölümü “yabancı” diye kabul edildi.
Ve o tarihten bu yana değiştirilen kanunlara rağmen utanç sürüyor.
Avukatın sözlerinden anlıyoruz ki devletin memurları da Yargıtay’dan pek farklı düşünmüyorlar.
Ortada kanunlara uyulmasını emreden bir siyasi otorite olmasa mesele yine çözülmeden öylece kalacak.
Avrupa’nın en büyük ahşap binasını böylece yıkılmadan kurtarma olanağına da sahip olacağız.

Haberin Devamı

Contemporary İstanbul’u gezmelisiniz

CONTEMPORARY İstanbul beşinci yılını kutluyor. Gazetelerde bu sanat etkinliğinin açılışı sırasında çekilmiş fotoğrafları görmüş olmalısınız.
İstanbul sosyetesinin bu yılki ilgisi gerçekten görülmeye değer. Hanımlar takmış takıştırmış açılışa gelmişler.
Resim ve heykel sanatımız için gerçekten iyi bir tablo gibi görünüyor.
Resim ve heykel satılmalı ki sanatçılar yaşayabilsin, sanatçılar ile sanatseverleri buluşturan galeriler ayakta kalabilsin.
Ama şu da dikkatimi çekmedi değil: Gazetelerde açılış sırasında çekilmiş fotoğraflar boy boy yayımlandı. İçlerinde bir ressam aradı gözüm, bulmadım. Oysa açılış gecesinde Türkiye’nin önde gelen ressamlarının büyük bölümü oradaydı.
Gazetelerin sanat sayfalarında da bu etkinliği değerlendiren, sergilenen eserler hakkında insanlara fikir veren bir haber-yorum yoktu. Sergilenen eserlerden hiç olmazsa bir-iki tanesinin fotoğrafını aradım, onu da bulamadım.
Bu arada yeni bir eğilimin de gelişmekte olduğunu fark ettim: İyi kötü bir koleksiyonu olan herkes kendi adına bir sanat müzesi kurma hevesinde.
Beni dinlemezler biliyorum ama küçük küçük önemsiz müzeler yerine, olanaklarını mesela bir vakıf çatısı altında birleştirip adam gibi müzeler kurmaya soyunsalar daha doğru olur diye söylemek de istiyorum.
New York sanat çevrelerinde çok bulunmuş bir arkadaşım ise açılışın bir başka yönüne dikkatimi çekti:
“New York’ta böyle bir açılışta dikkatler eserlerin üzerinde olur, burada ise açılışa gelenlerin üzerine yönelik! New York’ta insanlar bu tür kokteyllerde sergilenen eserler üzerine sohbet ederler, burada sanki birbirlerini uzun süredir ilk defa görmüş gibi hal-hatır sorma peşindeler.”
Bu eleştirileri o kadar önemsemiyorum. İlginin şu ya da bu nedenle de olsa resim sanatına çekilmesi bizim ülkemiz için yine de iyi bir şeydir.
Bu hafta sonu çocuklarınızla birlikte Centemporary’yi gezmenizi, oradan çıktıktan sonra da Nişantaşı ve Beyoğlu civarındaki galerilerde bir tur atmanızı öneririm.
İnsanın kendisini iyi hissetmesini sağlar, çocukların da ilgisini sanata çeker.

Haberin Devamı

Bu nostalji patlaması nedendir?

GÖNÜL Turgut’un “Üzüntüyü bırak yaşamaya bak” isimli şarkısı “Öyle bir geçer zaman ki” dizisinde fon müziği olarak kullanılınca izleyiciler gözyaşlarını tutamamışlar. Hürriyet’teki habere göre şarkı o kadar etkilemiş ki internetten şarkıyı indirip, dinleyen büyük bir kitle de oluşmuş.
Mary Hopkin’in “Those were the days” şarkısının üzerine Türkçe sözleri yazan Ülkü Aker.
Haberi okurken bunun sebebini merak ettim.
Bu şarkı neresinden baksanız 40 yıldan fazladır var ve her popüler kültür ürünü gibi yazıldığı dönemin insan ilişkilerinin, yaşama bakışının bir sonucu.
Aradan bunca yıl geçtikten sonra şarkının insanlarda benzer duygular yaratmasında bir gariplik olmalı.
Elbette, bir film ya da televizyon dizisinin içinde hangi bağlamda kullanıldığı bunu belirliyor ama sonuç olarak bu şarkı 1960’ların bir ürünü. Her dönemde dinleyebileceğimiz bir “klasik” değil, hızlı üretilip, hızlı tüketilen bir pop şarkısı.
Türkiye’deki genel yaş ortalamasını dikkate alırsak, şarkıyı dinleyip hüzünlenenler ve internete koşturup yeniden dinlemek için bilgisayarlarına indirenlerin önemli bir bölümü bu şarkı yazıldığı zaman çocuk bile değillerdi.
Yani eski günlere, eski hayata duyulan bir özlemden, nostaljiden kaynaklanıyor olamaz bu ilgi.
Bunun nedeni acaba günümüzde üretilen pop şarkıların duygulara daha az hitap ediyor olması mı?
Sizlere daha önce de bu köşede sözünü etmiştim. Çukurcuma’dan, Galatasaray’a doğru çıkarken solda “45’lik” diye bir bar var. Repertuvarı tamamen eski Türkçe şarkılardan oluşuyor ve müşterilerinin yaş ortalamasına bakarsanız, o şarkılar liste başı olduğunda annelerinin bile genç kız olduğu şüpheli gençler adeta kendilerinden geçiyorlar.
Oysa hiç kuşku yok ki bugünün pop şarkıları, o eski şarkıların orkestrasyonu, kayıt kalitesi, kısacası her şeyiyle “müzikalitesi” ile kıyas kabul etmez.
Rahmetli Ünsal Oskay sağ olsaydı ona sorardım, bir açıklama mutlaka bulurdu. Memleketimizin sosyologları bu “nostalji patlamasını” nasıl açıklarlardı, gerçekten merak ediyorum.

Yazarın Tüm Yazıları