Paylaş
“En korktuğum şey Galatasaray maçında hata yapmak ve insanların tepkisini çekmekti.”
23 yaşındaki bir oyuncuyu bu açıklamayı yapmak zorunda bırakan, yaşadığımız toplumsal iklimden başka bir şey değildir.
Bir futbolcunun, oynanmakta olan bir maçta hata yapmasından daha doğal ne olabilir?
Neresinden baksanız 10 kilometreye yakın koşuyor, patlamalı güç sarf etmesi gereken bir oyun oynuyor, elbette hata yapabilir. Nitekim bu nedenle de futbol, “hatalar oyunu” diye de tanımlanıyor.
Üstelik yapacağı hata bireysel bir hata da olmayabilir, bir takım oyunu oynuyor, takımın yerleşmesindeki bir hata, onun pozisyonunu kaybetmesine ve hata yapmasına da yol açabilir.
Ama korkuyor! Özellikle de bu maçta hata yapmaya korktu, çünkü bir ciddi hata yapmış olsaydı, yanmıştı.
Sosyal medyada, önüne gelene saldırmayı alışkanlık haline getirenlerden başlayarak toplumsal bir lince kurban edilmişti.
Oyuncu Oktay Kaynarca da bu toplumsal psikolojinin son kurbanlarından biri.
Bir fikrini açıkladı, toplumun bir yarısının şimşeklerini üzerine çekti.
Tersini söylemiş olsaydı, bu kez toplumun öbür yarısının önünde aslanlara atılacaktı.
Oysa nasıl düşünüyorsa onu açıklama hakkı vardır ve bu fikre sahip olmasının nedeni mutlaka bundan bir çıkar sağlamak olmayabilir.
Ama buna bile tahammül edemiyoruz, düşüncesini dürüstçe açıklayan, hangi taraftan olursa olsun diğer tarafın otomatik düşmanı haline geliyor.
Çünkü kötü ruhlu bir toplum haline dönüştürüldük.
Her öküzün altında bir buzağı aramak, günlük olağan davranışımız haline geldi.
“Üst akıllar, lobiler, uzaklarda bir yerlerde düğmeye basanlar, hainler” ile kafamız bulandırıldı, normal olanın değil, anormal olanın mümkün olabileceğini düşünür olduk.
Böyle bir toplumsal psikoloji, ancak bölünmüş, birbirine düşman gözüyle bakan insanların yaşadığı toplumlarda mümkün olabilir.
Ve yıllardır böyle bir toplumda yaşıyoruz, hepimizin psikolojisi bozuldu.
Böyle bir ruh durumuna sahip olan bir toplumun, mutlu ve müreffeh bir hayat sürmesi mümkün olamaz.
Parçalanmak kaçınılmazdır.
En başta bu ruh durumunu körükleyen devlet yöneticilerimiz olmak üzere, hepimizin aklımızı başımıza toplamamızın zamanı geçmek üzere.
Bir ‘düşük güven’ toplumunda yaşıyoruz
BU yazıyı, 20 Kasım 2001 tarihinde, Milliyet’teki köşemde yazmıştım.
Aradan geçen 13 yıl 5 aydan sonra bu köşeden de tekrarlamak istiyorum ki nasıl bir “toplumsal ruh durumunun” bizi esir aldığını bir kez daha düşünelim. Buyurun, okuyalım:
Doğu Yeni Gine’nin güney sahilleri açığındaki kıraç volkanik adalarda yaşayan bir halk var: Dobular.
Adaların volkanik yapısı tarımın gelişmesini önlüyor. Sert rüzgârlara açık deniz yüzünden balıkçılık da yeterince gelişmemiş.
Ruth Benedict’in 1934 yılında Dobular üzerine yaptığı bir araştırma, bu halkın büyüye inanan, birbirini zehirlemeyi âdet haline getirmiş bir topluluk olduğunu ortaya koyuyor.
Dobular birbirlerine güvenmezler. Bu yüzden yasal kurumlar da gelişmemiştir. Yetersiz ve dengesiz beslenme nedeniyle hastalıklar yaygındır ama halk, hastalıkların sebebinin “büyüler” olduğuna inanır.
Üstelik yaygın inanç, büyü yapanın en yakınınız olduğudur: Av arkadaşınız, karınız hatta çocuğunuz size büyü yapmış olabilir.
Eşlerin her birinin kendi ailesinin bahçelerindeki yomlardan elde ettiği bitkileri diktiği tarhları vardır. Yomların yanında gülmek yasaktır, çünkü bitkiler bunu bir lanetleme sayıp küsebilir.
Her türlü mutluluk saklanmalıdır, çünkü ortaya döküldüğü takdirde o kişi üzerine ötekilerin lanetini çekecektir. Bu yüzden kimse gülmez.
Bütün bu kin ve nefret, donuk bir memnuniyetsizliğin arkasına gizlenir. Bu çok derinlere kök salmış bir kuşkuculuk doğurur. Kısacası, mutsuz, lanet bir halktır Dobular. Paranoya bütün toplumun ortak standardı halindedir, her tutum ve davranış bir komplonun habercisidir.
Yaşadığımız çağda Ortadoğu halkları da bir bakıma dünyanın Dobuları gibidir.
Müthiş bir toplumsal paranoya her kötü durumun sebebini kendi dışında aramaya iter insanları.
Bir taksi şoförü Tahran’daki trafik sıkışıklığından Amerika’yı sorumlu tutabilir. Gazze’de Yahudi sihirbazların gönderdiği cinler insanları hasta edebilir. İkiz kulelere çarpan uçakları Amerikan gizli servisleri bizzat yönetmiştir, çünkü Taliban’ı vurmak için bahane aramaktadırlar. Darwincilik, tek amacı Müslüman kadınları günaha sokmak olan bir Yahudi oyunudur. Öte yandan İsrailliler de aynı şeye inanır: Kuşatılmışlardır, dünyada onları seven bir tek Allah’ın kulu yoktur, herkes Yahudileri ezilmiş, bastırılmış görmek ister!
Biz Türkler de böyle düşünürüz: Zaten Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur. Birisi bir şey yazıyorsa mutlaka bundan bir çıkar temin etmek amacındadır.
Profesör Selami Sargut, Kültürlerarası Farklılaşma ve Yönetim isimli kitabında Türkiye’de gerçek anlamda “anonim şirket” yapılarının oluşturulamadığına, adı “anonim” olan şirketlerin ezici çoğunluğunun gerçekte şahıs ya da aile şirketi olduğuna dikkat çekiyor. Bunu Türkiye’nin bir “düşük güven toplumu” olmasına bağlıyor.
Böyle bir ülkede iki günde bir araştırma yapıp halk, Meclis’e, basına, polise, adalete güvenmiyor demenin de bir anlamı yoktur.
Yaşadığımız topraklarda halk kendine güveniyor mu ki bir toplumsal kuruma güvenmemesi haber olsun?
Paylaş