Bayram namazında Rodos’a

BİR arkadaşımdan dinlemiştim, Türk-Yunan ilişkilerinin en gergin olduğu günlerde bir Türk ve bir Yunan diplomat, Ege haritasının önünde sohbet ediyorlarmış.

Türk diplomat, "Sence bu normal mi, bütün deniz sizin sanki" diye konuşmuş.

Yunan diplomat da aynı haritaya bakarak, "Evet ama bütün karalar da sizin" diye yanıtlamış.

Çıplak gerçek zannettiğimiz şeylerin bazen iki yönünün de gerçek olabileceğini anlatan yaşanmış bir öykü bu.

Ve hiç kuşkusuz ki söz konusu olan Ege ise gerçeğin iki yönünün olmasını tartışmak da kolay değil.

İnsan, Ege’nin iki kıyısı arasında zikzaklar çizerek ilerleyen bir teknedeyse bunu daha iyi anlıyor. Yunanistan nerede bitti, bizim memleket nerede başladı, çıkartabilmek kolay olmuyor.

Önceki gece Rodos’ta yemek yediğimiz Alexis isimli lokantaya on beş-yirmi metre mesafede şahane bir cami vardı. İbrahim Paşa Camii’nin zarif mimarisi ve göz alıcı ahşap minaresi, aklımıza bir fikir düşürdü: Bir bayram namazını neden Rodos’ta kılmayalım?

Her sene şu kadar Yunan, dini günlerini kutlamak için Fener’e akın ediyor, aynı şeyi neden biz de "evladı fatihan topraklarında" yapmayalım?

Karar verdik, Aydın Doğan, Ertuğrul Özkök, Taylan Bilgel ile birlikte bu Ramazan Bayramı’nda namazı Rodos’ta kılacağız. Rodoslu Türklerin geleneklerine uyarak namazdan sonra bayramlaşmak için tarihi kütüphaneye gideceğiz.

Kurban Bayramı’nda da Manastır’a gidelim istiyorum. Dedemin gençliğinde namaz kıldığı camide bir bayram namazı kılmanın bana ne tür duygular yaşatacağını merak ediyorum.

Bunu yapmamızın nedeni, elbette geçmişin kanlı düşmanlıklarını yeniden hatırlamak değil.

Bu topraklarda yaşayan insanların paylaştıkları ortak geçmişte sadece kötü anılar yok.

İyi hatıralar da var ve bir bayram günü bu iyi hatıraları tekrar yaşamaktan daha mutluluk verici ne olabilir?

Yıldızları tek tek yakacağım!

AMERİKALI insan hakları savunucusu Martin Luther King’in tarihe mal olmuş konuşmasında tekrarladığı bir sözdü bu: I have a dream! Bir rüyam var!

King’in gerçekleşmesini dilediği rüyası Amerikalı siyahların, beyazlarla eşit vatandaşlar olabildiğini görmekti. Göremeden öldürüldü.

Bodrum’daki Küba Bar’da Martin Luther King’in sesini yeniden duydum. Bir şarkıya miks edilmişti ve şarkı sonsuza uzanan bir aşk öyküsünden söz ediyordu.

Sonra kulağımda o "I have a dream" tekerlemesiyle yıldızların parladığı bir havada, önümüzdeki 250 yıl sıkı çalışırsam kolayca satın alabileceğim bir teknenin burnunda sırtüstü uzanıp hayallere daldım.

İnsanın bir rüyası olmadan yaşayabilmesinin ne kadar zor olduğunu düşündüm.

Gökyüzünde parıldayan her yıldızın bir aşk öyküsüne tanıklık ettiğini okumuştum bir şiirde. Hafızamı zorladım ama şiirin tümünü hatırlayamadım.

Aşkın yaratabileceği mucizeler üzerine yazılmış bir şiir olduğunu hatırlıyorum sadece.

Aşkta gerçekten de böyle mucizeler yaratabilecek bir güç olduğuna inanırım.

İnsan isterse oturduğu yerden uzanıp, o ulaşılmaz görünen yıldızları tek tek yakabilir, sırf sevdiği kadın mutlu olsun diye.

Ve aşksız bir yaşamın ne kadar sıradan olabileceğini tekrar anımsadım yıldızların altında.

Avucunuzdaki küçük elin parmaklarının ucunu dudaklarınızda hissettiğinizde, içinizde patlayacak havai fişeklerin ışıltısını görmeden, sesini duymadan geçen bir yaşam, ne kadar uzun olursa olsun yaşanmamıştır diye düşünürüm.

Yaşamında aşka yer açmayı başaramayanlara bu cumartesi bunu tekrar hatırlatayım istedim.

Kulağımda Martin Luther’in sesi, gözümün önünde uçuşan hayallerle!

Pilava garnitür muamelesi yapmayın

UÇAKLARDA yolculara ikram edilen yemeklerin "rafineri artığı petrolden" üretildiğine inanırım.

Dünyanın dört bir yanına, adını duyduğunuz, duymadığınız onlarca havayolu şirketiyle yaptığım uçuşlardan sonra ulaştığım bir sonuç bu.

Belki de uçaklara yemek veren catering şirketlerinin yöneticileri şöyle düşünüyor: Nasıl olsa bu uçak düşer, bu plastik yemekleri yemek için zamanları olmaz, boşuna uğraşmayalım!

Ancak bu görüşümde hafif bir sarsıntıya yol açan gelişmeye geçen hafta Türk Hava Yolları ile yaptığım bir seri uçuşta tanık oldum.

Londra’ya giderken yediğim karnıyarık, annemin pişirdiğiyle yarışamazdı ama az sayıda lokantada bulabileceğiniz kalitedeydi. Bu yeni uygulamanın Türk mutfağını tanıtmak amacını taşıdığını söyledi birlikte yolculuk yaptığım Hıncal (Ağabey) Uluç.

Eğer öyleyse biraz ukalalık yapmak zorundayım. Bu söyleyeceklerim sadece THY ikram servisi için değil, Türkiye’deki bütün Türk lokantaları için de geçerli.

Türk mutfağının en önemli yemeği sayılması gereken "pilava", "garnitür" muamelesi yapılmasını içime sindiremiyorum.

Pirinç pilavı, hakkıyla pişirilmesi en zor yemeklerden biridir.

Tanelerin pişmiş olması gerekir ama birbirlerine de yapışmamaları beklenir. Ağzınıza aldığınızda, diliniz ile damağınızın arasında taneleri tek tek hissedebileceğiniz kadar da diri olmaları gerekir. Vıcık vıcık yağ içinde de olmamalıdır, kuru bir haşlamaya da dönüşmemelidir. Yağının her pirinç tanesinin etrafında görünmez bir hale yaratması gerekir.

Böylesine karakter sahibi bir yemek olan pilav, Türk sofrasında "ana yemek" olarak yenirdi eskiden.

Pilavı, sıcak et yemeklerinin üstüne hoşafla birlikte yemek de güzel bir ádet idi. İyi geçen bir öğünü taçlandırmaktı bu!

Ama şimdi nereye gitsem bizim pilavı, yemeklerin yanına iliştirilmiş garnitür olarak görüyorum.

Kebapçısında da öyle, geleneksel mutfakta da... Evlerde bile pilav, tavada pişirilmiş kuru etin yanında garnitür olarak yeniliyor.

Pilava itibarını iade etmek için ne yapmak gerekiyor bilmiyorum.

Bir yemek enstitümüz de yok ki bu işleri takip etsin. Geriye kalıyor benim gibi "titizlerin" dırdır yapması. Bu yazıyı onun için yazdım. Pilava garnitür muamelesi yapmayın!
Yazarın Tüm Yazıları