Bayram namazında Fenerbahçe-Galatasaray maçı

BAYRAM namazı kılmak İslam dininde "vacip" sayılan bir ibadet.

Hicret’in birinci yılından itibaren "meşru kılınan" bu ibadetin amacı Müslümanları bir araya getirmek, bayramların neşe ve sevinç günleri olduğunu bir kez daha hatırlatmak.

Sanıyorum dini bir zorunluluk değil ama rahmetli dedem bayram namazlarına gider gelirken aynı yolu kullanmamak gerektiğini öğütlerdi. Böylece hiç tanımıyor da olsanız daha fazla insanla karşılaşma ve onların da bayramını kutlama olanağı bulabilirdiniz.

Kardeşim ve ben eve dönüş yolunu uzatan bu yöntemden pek hoşlanmasak da babamla buna uymaya gayret ederdik.

Bütün bunları tekrar hatırlatıyor olmamın nedeni bir "vaaz" vermek değil.

Dün sabah gazetelerin spor sayfalarını okurken bir haber dikkatimi çekti.

Fenerbahçeli futbolcular bayram namazı için Antalya Belek’teki Dinler Merkezi’ne gitmişler. Aynı yere bir süre sonra Galatasaraylı futbolcular da gelmiş. Ama içeride Fenerbahçeli futbolcuların olduğu öğrenilince Galatasaray kafilesi içeri girmekten vazgeçmiş ve bir başka camiye giderek namazlarını orada kılmışlar.

Fenerbahçeli oyuncuların namaz kıldıkları yerde Trabzon ve Konyalı futbolcular da varmış. Namazdan sonra bayramlaşmışlar ve bir arada namaz kılmaktan da "herhangi bir zarar" görmemişler.

Bu haberleri okurken, keşke Galatasaraylı futbolcular da geri dönmeselerdi ve aynı yerde namazlarını kıldıktan sonra Fenerbahçeliler, Trabzonlular ve Konyalılar ile bayramlaşsalardı diye düşündüm.

Futbolun yaşamlarımızı renklendiren bir oyun olabilmesi, rekabetin "sportif" yönünü koruyabilmemizle mümkün olabilir.

Birbiriyle küs olanları barışmaya davet eden bir bayram inanışının yerine getirilmesinde bile bu rekabetin ortaya çıkabiliyor olmasını hoş karşılamıyorum.

Bunu söylerken sadece Galatasaraylı futbolcuları eleştirdiğim gibi bir sonuç çıkmasın. Galatasaraylı oyuncular da büyük bir ihtimalle benim gibi düşünüyorlardı. Ancak futbol kamuoyumuza son yıllarda hákim olan eğilim, bir bayram namazının bile yerini değiştirmek zorunluluğunu yarattı.

Bu, üzerinde ciddi olarak düşünmemiz gereken bir sorun.

Kuş gribi salgınından kimi sorumlu tutmalıyız?

BAŞBAKAN Yardımcısı Abdüllatif Şener, bayramdan önce verdiği bir demeçte "istifa kurumunu" tartışmamız gerektiğini söyledi.

Bizde "istifa etmenin suçlu olduğunu kabul etmek olarak algılandığını" belirtti.

Şener’in son zamanlardaki demeçlerini topluca okuyunca giderek daha çok aklı başında bir siyasetçi profili çizmeye başladığını düşünüyorum.

Uzlaştırıcı, yatıştırıcı ve sakin soğukkanlı bir üslubu olduğu için midir bilmem ama söyledikleri de pek duyulmuyor gibi geldi bana.

Malum, bizde yüksek sesle ve kavga eder bir edayla söylenen sözlere daha çok dinleyici bulunabiliyor!

Şimdi bir de şunları hatırlayalım:

Geçtiğimiz yılın 26 Aralık’ında Iğdır’da "kuş gribi" vakalarına rastlandığını ve bunun 27 Aralık’ta tüm dünyaya ilan edildiğini söyleyen kişi Tarım Bakanı.

Ama belli ki "tüm dünyaya ilan edilen bir hususu" Sağlık Bakanı ve hükümet sözcüsü de olan Adalet Bakanı duymamışlar. Doğubeyazıt’taki çocukların durumu "zatürree" diye geçiştirilir miydi aksi takdirde?

Manyas’taki kuş gribi olayının ardından göçmen kuşların hastalığı o bölgelere de taşıyabilecekleri bir sır mıydı?

Elbette bir sır değildi ama o bölge halkını kimse uyarmamıştı, gerekli önlemler alınmamıştı ve en önemlisi bu hastalığın ilk aşamadaki tedavisi için çok önemli olan Tamiflu ilacı stoklanmamıştı.

Bütün bunların yapılmamış olmasından kimleri sorumlu tutmalıyız?

Dikkat edin "suçlu" değil, "sorumlu" arıyorum!

Sağlık Bakanı şimdi 15 Ocak’tan itibaren yeni bir göçmen kuş dalgasının geleceğini ve hastalığın daha güneye de inebileceğini söylüyor.

Oralarda da benzer bir tabloyla karşılaşırsak bundan dolayı Sağlık ve Tarım bakanlıklarını sorumlu tutmayacak mıyız?

Abdüllatif Şener bence çok haklı. İstifa kurumunu enine boyuna iyice tartışmalıyız.

Bazı durumlarda istifa etmek, koltuğa yapışıp kalmaktan daha onurlu bir davranış olabiliyor çünkü.

Avrupa parasının adı sorun oldu!

AVRUPA Birliği’nin ortak parasının adı "Euro" olarak belirlendiğinde, bu ismin gelecekte sorunlar yaratacağını düşünenler haklı çıktılar.

Ben bu paranın isimlendirilmesiyle ilgili olarak sadece bizim ülkemizde sorun var zannederken öğrendim ki bu konudaki anlaşmalara rağmen beş AB üyesi paraya kendi dillerinde yeni isimler takmışlar.

Letonya "Eiro" diyor. Litvanya ise "Euras". Macaristan, Euro’daki o harfinin üzerine aksan koymak istiyor. Malta ise "Ewro". Slovenya da "Evro"yu kullanmak niyetindeymiş.

Bizde de Türk Dil Kurumu "Avro" kelimesinin kullanılmasını öneriyor.

Hollanda "kökü Eur olsun, isteyen ucuna istediğini eklesin" gibi bir öneride bulunmuş ama Malta Dili Ulusal Konseyi, kendi dillerinde e ve u harflerinin yan yana gelemeyeceği iddiasıyla buna karşı çıkıyor.

Şu paraya en başından doğru dürüst bir isim bulsalardı, mesela "Avrupa Lirası", "Avrupa Doları" deselerdi bütün bu tartışmalara gerek kalmayacaktı.

Demek ki işin sonunu düşünmeden hareket etmek sadece bize özgü değil.
Yazarın Tüm Yazıları