DEVLET Bakanı Ali Babacan, geçenlerde Merkez Bankası’nın İstanbul’a taşınmasının "bankanın siyasetten bağımsızlığı için gerekli" olduğunu söyledi.
Hatırlayacaksınız, daha önceki gerekçe de "finans piyasaları İstanbul’da, ona yakın olsun" diye açıklanmıştı.
Önce şunu söyleyeyim: Bankanın bağımsızlık için mutlaka siyasetçilerden uzak olması gerekiyorsa, İstanbul bunun için hiç uygun değil.
Atatürk Havalimanı VIP giriş-çıkış kayıtlarına bakın, hükümetin ve TBMM’nin neredeyse yarısı her gün İstanbul’da.
Eğer bu gerekçe samimi bir gerekçeyse, siyasetçilerin en az gittikleri yer olan Hakkári, Merkez Bankası’nın taşınması için daha uygun bir yer olur.
Öte yandan, bu gerekçe bir somut durumun ifadesiyse, siyasetten bağımsız olmaları kuruluş yasalarının gereği olan "bağımsız kurullar" da Ankara’dan taşınacaklar demektir.
RTÜK, SPK, Telekomünikasyon Kurumu, Rekabet Kurulu ve diğerlerinden söz ediyorum.
Kim bilir, belki de gerçek istedikleri şey İstanbul’u yeniden başkent yapmak!
Belli bir kesimin, Ankara’nın başkent olma sürecini hálá içine sindiremediği bir sır değil.
Merkez Bankası’nın taşınması isteğindeki gerekçelerin sıradanlığına bakıyorum da aklıma başka şey gelmiyor.
Bu arkadaşların gerçek hayali, başkenti ufaktan ufaktan İstanbul’a taşımak gibi geliyor bana.
Baykal da kafa tokuşturursa şaşırmayın!
DÜN Hürriyet’te TBMM’nin açılışı sırasında AKP milletvekillerinin tıpkı "ülkücüler" gibi "kafa tokuşturarak selamlaştıklarını" gösteren bir fotoğraf vardı.
CHP’nin Vakıflar Yasa Tasarısı ile ilgili "şerhlerini" ve yöneticilerin konuşmalarını okuyunca şunu düşündüm: Yakında CHP’liler de kafa tokuşturarak selamlaşmaya başlarlarsa hiç şaşırmayın!
Türkiye’nin "sosyal demokrat anamuhalefet partisi", nasıl muhalefet yapacağını şaşırmış bir durumda, bağnaz ve gerici bir milliyetçiliğin eline düşmüş görünüyor.
Deniz Baykal, Vakıflar Yasa Tasarısı’na karşı çıkarken 1936 beyannamesinden ve Yargıtay’ın 1974’te verdiği bir karardan söz ediyor.
Belli ki dersini de iyi çalışmamış. 1936 beyannamesi, azınlık vakıflarının mal edinmesini yasaklamıyor, "ellerinde bulunan taşınmazların tam listelerini" istiyor.
1974 yılındaki Yargıtay kararı ise Türk hukuk tarihinin utanç abidelerinden biri olmalı.
Vergisini veren, askerlik görevini yapan, seçimlerde seçme ve seçilme hakları olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının kurdukları vakıfları, sırf dinleri Müslüman değil diye "yabancı tüzel kişilik" kabul eden bir karardı bu.
Ve izleri gördüğünüz gibi 2006 senesinde bile silinemiyor.
Günümüzde bile bazı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını, devletle ilişkilerinde Dışişleri Bakanlığı’na muhatap eden bu kararı savunmak, demek ki ülkemizin "cici sosyal demokratlarına" nasipmiş.
CHP, bulduğu her fırsatta AKP’yi dini siyasete alet etmek, din üzerinden siyaset yapmakla suçluyor. Ama kendi yaptığı da hiç farklı değil.
Bir kısım Türkiye Cumhuriyeti vatandaşını, sırf dinleri Müslüman değil diye diğerlerinden ayırmak ve cumhuriyete karşı her an bir tuzak kurabilecek kişiler gibi göstermek, din üzerinden siyaset yapmak ve ırkçı bölücülük değilse, nedir?
Zavallı insanlarla pingpong oynamak
HÜRRİYET’in dün yayımladığı "mülteci operasyonu" fotoğraflarından sonra üst düzey bir Türk yetkili, "Yakında Yunan gazetelerinde de Türk botlarının Yunan sahillerine bıraktığı mültecileri gösteren fotoğrafları görebiliriz" dedi.
Acı ama gerçek bu.
Ege’nin iki yakasında mülteci taşıma işi, mafyanın en önemli gelir kapılarından biri.
Kaçakçıların bu işi yapmak için adam başı 3 bin Euro civarında para aldıkları biliniyor.
Ve adı sanı büyük iki devlet, bu suçla mücadele için ortaklaşa ne yapacaklarını düşünmek, tartışmak yerine, zavallı mültecilerle pingpong oynamayı tercih ediyorlar.
Yunanistan, her zamanki açıkgözlülüğüyle, bu durumu AB fonlarından nasiplenmek için kullanmakta sakınca görmüyor.
Bizde ise polis-jandarma-sahil güvenlik ve Deniz Kuvvetleri’nin arasındaki yetki karmaşası, Türkiye’yi insan ticareti üzerinden para kazananlar için cazip hale getiriyor.
Türkler ile Yunanlıların aslında bir elmanın iki yarısı kadar birbirlerine benzediğini gösteren örneklerden biri bu.
Bir sorunu çözmek için çareler aramak yerine, bunu ikili didişme vesilesi yapmak da Türk ve Yunan hükümetlerine özgü bir davranış olmalı.