Paylaş
Yüksek yargı kuruluşlarının başkanlarının geçmişte böyle konuşmalar yaptığına tanık olmuştuk ama yargı “dikensiz gül bahçesine” dönüştüğünden bu yana böylesine ilk kez tanık oluyoruz.
Haşim Kılıç, yasama, yürütme ve yargı gücünün zaman zaman sınırlarını zorladığına dikkati çekiyor. “Siyasetin yargıyı kuşatmasına izin vermeyeceklerini” söylüyor.
Daha sonra da Hürriyet Ankara Temsilcisi Metehan Demir’e şöyle konuşmuş: “Söylenmesi gerekenleri söylerim. Muazzam olumlu tepki aldım. Demek ki herkesi bunları duymaya açmış.”
Herkesin bunu duymaya neden “aç” olduğunu biliyoruz. Çünkü bir süredir Türkiye’yi “tek adam” yönetmeye çalışıyor. Meclis onun ağzına bakıyor, bakanlar o bir şey demeden hareket bile etmiyor, yargı deseniz bir kaş çatışından anlamlar çıkartıp, ona göre pozisyon alıyor.
Bu açıdan Haşim Kılıç’ın uyarısı yerinde ve ama dinlemesi ve bundan kendisine sonuç çıkarması gereken bunu yapar mı, orasından pek emin değilim. Nitekim Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ ilk işareti vermekte gecikmedi: “Kimsenin kimseyi kuşattığı yok!” Bizim gibi ülkelerde, seçimle iş başına gelenlerin her gücü ellerinde toplamaya çalışmaları yeni bir durum da değil tabii.
Bunun için sahip olduğu yargı yetkisine sahip çıkması gerekenler de yargı mensuplarıdır. Bu, gücü elinde toplamaya çalışanın iyi niyetine bırakılacak bir mesele değildir çünkü.
Ama bu yetkiye sahip çıkarken adalet terazisinin de doğru tartabiliyor olması gerekir.
Polisin yazıp eline verdiği soruları sorguda sormakla yetinen savcılarla, dosyaya ve delillere bakmadan telefon dinleme izinleri veren, tutuklama kararları alan yargıçlarla bu iş olmaz.
Evet, Türkiye’nin bir “güçler ayrılığı” sorunu var ve bunu çözümlememiz gerekiyor. Ama Türkiye’nin artık bir “adil yargılama” sorunu da var ki onu çözecek olan da yargının kendisinden başkası değildir.
Çocuklara bu kadar kolay kıymayın
İSTANBUL İsmail Erez Endüstri Meslek Lisesi’nde, 7 Mart’ta gerçekleştirilen kantin boykotuna katılan lise 3 öğrencisi A.Y. okuldan atıldı.
İlçe Öğrenci Disiplin Kurulu, karara gerekçe olarak öğrencinin okul müdürlüğünden izin almadan basına bilgi vermesi ve bildiri dağıtmasını gösterdi.
Öğrenciler, öğle tatili sırasında okula giriş çıkışın yasaklanması üzerine yiyecek fiyatlarını çok yüksek buldukları kantini boykot etmişlerdi. Boykot günü evlerinden getirdikleri yiyecekleri paylaşarak tepkilerini ortaya koymuşlardı.
Lise 3 öğrencisi A.Y.’nin okuldan atılmasının gerekçesi disiplin yönetmeliğinin “okul müdüründen izin almadan okul hakkında bilgi vermek amacıyla basın toplantısı yapmayı” yasaklayan hükmü.
Öğrenci karara itiraz etmiş, İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü şimdi bu itirazı değerlendirerek son kararını verecek. Nasıl bir karar vereceklerini şimdiden bilebilmek mümkün değil tabii.
Ama her halde kimseye bir zararı dokunmamış, okul yönetiminin öğrencilerin taleplerini hiç dikkate almadan aldığı bir karara karşı yapılmış bir eylem nedeniyle, bir çocuğun okuldan atılması kararı geri alınmalıdır. Bu olayla ilgili bir disiplin soruşturması yapılması gerekiyorsa, bu okul yönetimine karşı yapılmalıydı. Çocuklar neden böyle bir işe kalkışmak zorunda kaldılar? Kantin neden pahalı? Çocukları pahalı kantinden alış veriş etmeye zorlamak için böyle bir kararı alan okul yönetimi neden böyle davrandı? Bir çıkar ilişkisi mi var?
Soruşturulması gerekenler bunlardır. Bir çocuğun okuma hakkını elinden almak, Milli Eğitim düzenimizin en son yapması gereken bir iştir.
Saf ve bakir Anadolu çocuğunun öyküsü
GAZETE yöneticiliği yaptığım dönemde çok sayıda köşe yazarı ile çalıştım, hepsi değerli gazetecilerdi, onlardan çok şey öğrendim.
Soğuk bir tip olduğum için aralarında yakınlaşabildiklerimin sayısı ise iki elin parmaklarını geçmez. Bu köşe yazarlarından biri de Güngör Uras idi. Milliyet’i yönettiğim süre içinde birlikte çalışmakla kalmadık, sohbetinden hoşlandığım bir dost da kazandım.
Güngör Uras, gazete okuyucuları için aynı zamanda Tevfik Güngör ve Ali Rıza Kardüz anlamına da geliyor. Değişik konular, farklı isimlerle yazıyor, ama bunu “saklanmak” için yapmıyor tabii.
Güngör Uras, ekonominin anlaşılmaz meselelerini “Ayşe Hanım Teyze’nin, Ali Rıza Bey Amca’nın, işçi Memed’in” anlayabileceği şekilde yazan, kendi deyimiyle “saf ve bakir Anadolu çocuğu” o.
“Saf ve bakir” olması, herkesin gözünün önünde olup da bir türlü fark edemediği ayrıntıları görmesini de sağlıyor tabii.
Gerçi bu “saf ve bakir olma” özelliği, her zaman tebessüm eden ve cin gibi bakan yüzü ile pek örtüşmüyor ama ziyanı yok.
Güngör Uras ile Haşim Akman’ın yaptığı “nehir söyleşi” bir kitap olarak yayımlandı. (Saf ve Bakir Anadolu Çocuğu, İş Bankası Kültür Yayınları.)
Söyleşiyi okurken Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçen bir ülkenin dönüşümüne ve Güngör Uras’ın yaşam öyküsünü izleyerek bir cumhuriyet aydınının geçirdiği evrime tanıklık ediyorsunuz. Türkiye’nin siyasal tarihinin önemli olaylarını yeniden hatırlıyor, iş dünyasının, medyanın ilginç kahramanlarının bu olaylar içindeki konumlarını görüyorsunuz.
Artık yaz geliyor, tatlı tatlı okuyacak bir kitap arıyorsanız, bu söyleşi kitabını öneririm.
Paylaş