SPOR sayfalarında Arda Turan’ın, Avusturya milli maçında attığı golden sonra basın tribününe dönerek yaptığı “Bunu da yazın” hareketi tartışılıyor.
Anladığım kadarıyla Arda Turan, sakatlığı ve özel yaşamı ile ilgili haberlerin, spekülasyonların gazetelerde yayımlanmasına sinirlenmiş, golü atınca da o hareketi yapmış. En azından bu açıdan Emre Belözoğlu’na göre daha terbiyeli olduğunu söyleyebilirim. Arda Turan’ı seyretmeyi severim, futbolu sevdiğim için. Birkaç kez karşılaştık, sempatik bir genç, o açıdan da kendisini sevdirmeyi başarıyor. Ama şunu da kabul etmeli ki yıldız futbolcular, dünyanın her yerinde özel yaşamlarıyla da, iyi ya da kötü oynamalarıyla olduğu kadar basının merceği altındadır. Bizde de öyledir. Bu konularda kimsenin eline su dökemeyeceği Yusuf Tunaoğlu’nu hatırlıyorum mesela, muazzam futbolcuydu, özel yaşamı basından düşmezdi ama böyle hareketlerde bulunduğunu hiç hatırlamıyorum. Arkadaşım Engin Verel futbolculuğu döneminde gazetelerin magazin sayfalarında da yer alırdı, sonunda Türkiye’nin en güzel kızlarından biriyle de evlendi. Ama bu haberler nedeniyle kimseye de küsmedi, kızmadı. Dünyada da hatırladığım en eski örnek George Best. O da özel yaşamıyla medyanın boy hedefiydi ama buna kızmak bir yana tam tersine tadını çıkardığını hatırlıyorum. Belli ki Arda Turan, uzun süren sakatlığının da verdiği baskı altında kalmış, insani bir tepki gösteriyor ama yaptığı doğru değil. Arda Turan gibi özel yetenekleri olan futbolcuların, genç yaşlarında yabancı ülkelerde, mümkünse de İngiltere’de futbola devam etmeye çalışmalarını yararlı bulurum. Hem profesyonelliği öğrenmeleri ve kendilerini geliştirmeleri açısından hem de büyük bir futbol kültürünün bir parçası olarak bu işin ruhunu kavrayabilmeleri açısından! Arda Turan için de aynı şeyi daha önce yazmıştım, keşke fırsat bulup da İngiltere’de oynayabileceği ayarda bir takım bulabilse diye! Ne yazık ki bizde Tugay Kerimoğlu’ndan başka İngiltere’nin o atmosferini uzun süre soluyabilen futbolcu olmadı. Bunun Tugay Kerimoğlu’nun futbolunu nasıl olgunlaştırdığını biliyoruz, kuşkum yok ki yakında teknik adam olarak da futbolculuğu kadar ünlü biri olacak. Arda Turan’a önerim, bu tür boş işlerle konuşulmak yerine kendine iyi bir kariyer planı çizmesidir. Bunu kendi başına yapmak zorunda, çünkü bizim futbol düzenimiz genç oyunculara böyle bir destek verecek olgunluk ve yeterliliğe hâlâ ulaşabilmiş değil.
Aynı bardaktan içmeyeceğiz
GÜN boyunca radyo dinlemek gibi bir alışkanlığım var. Sanırım gençlik yıllarımda kısa bir süre de olsa Türkiye’nin Sesi radyosunda program yapmış olmamın bunda rolü var. Sabahları Almanya’nın Sesi ve BBC Türkçe servisinin bültenlerini dinlerim, yeni kuşak programcılardan Virgin Radyo’daki Bay J’ye gülerim. Tiryakisi olduğum programlardan biri de NTV Radyo’daki Özge Ersu’nun Laterna isimli programıdır. Kendisiyle hiç karşılaşmadım ama sanırım o da benim gibi çok gezen birisi, gezdiği kentleri ve o kentlerin kültürünü tatlı tatlı anlatışını, çaldığı şarkıları dinlemeyi seviyorum. Geçtiğimiz cumartesi günü Sankt Petersburg ile ilgili olarak yaptığı programı dinledim ve benim için dünyanın en güzel kentlerinden biri olan bu şehrin sokaklarında dolaştığım günleri hatırladım. Nevski Prospekt’i özlemişim, bunu fark ettim. Özge Ersu, programında Anna Ahmatova’nın bir şiirini de okudu, kendime kızdım, uzun süredir Anna Ahmatova okumayı ihmal ettiğim için. Size Anna Ahmatova’nın “Aynı bardaktan içmeyeceğiz” isimli o şiirini sunuyorum. Hande Özer’in çevirisiyle! “Aynı bardaktan içmeyeceğiz / Ne sıcak şarabı, ne suyu, / Kuşluk vakti öpüşmeyeceğiz, / Pencereden bakmayacağız akşama doğru. / Sen güneşle soluklanıyorsun, ben ayla, / Ama düştüğümüz aynı sevda. “Sadık ve sevecen dost, benim yanımda, / Senin yanındaysa neşeli bir sevgili. / Gri gözlerindeki korkuyu anlıyorum sanma / Ve bu çektiklerimizin sensin sebebi. / Sıklaştırmıyoruz ayaküstü buluşmalarımızı. / Ne çare ancak böyle koruyabiliriz huzurumuzu. “Şiirlerimde yalnızca senin sesinin ezgisi duyulur / Senin şiirlerinde benim soluğum eser. / Bir ateş ki, ona kim dokunur, / Buna ne korku, ne unutuş cesaret eder / Ve bilsen nasıl hoşlandığımı / Seyretmekten senin kuru, pembe dudaklarını.”
‘Odaya girince Tanrı’yı göreceksin’
GEÇTİĞİMİZ ay Dalay Lama’yı dinlemek için önce Daramşala’ya, oradan da Yeni Delhi’ye gittim. Hindistan’a ve Yeni Delhi’ye bu ikinci gidişim, kent on yıl öncesine göre daha gelişmiş görünüyor, demek ki Hindistan’da işler iyi gidiyor diye düşündüm ve sokaklarda yatıp kalkan fakir insanlar için umutlandım. Yeni Delhi’de daha önce gittiğimde gezmeye vakit bulamadığım Lakshmi Narayan (Birla Mandir) tapınağını görme olanağı da buldum. Hindu tanrısı Vishnu’ya adanmış tapınakta bir özel oda var, rehberim içeri girdiğimde “Tanrı’yı göreceğimi” söylemişti. Bu nedenle odanın içinde Hindu tanrılarından birinin heykelini görmeyi bekliyordum, bomboş bir oda ile karşılaştım. Üç metrekareyi ancak bulan odanın bütün cepheleri, tavanı da dahil olmak üzere aynalarla kaplanmıştı. İçeriye girip etrafa bakınca değişik açılardan sadece kendinizi görebiliyorsunuz. Rehberim “Tanrı senin içinde, onun için kendini görüyorsun” diye uyardı şaşkınlığımı fark edince. Günümüz Türkiye’sini düşündüm ister istemez. O odaya bir kere girmesinde sayısız faydalar olacak kendini “yarı Tanrı” zanneden o kadar çok insan var ki!