ÖYLE görünüyor ki birileri Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin olağan atama zinciri içinde gelecekte Genelkurmay Başkanı olma olasılığından son derece rahatsız.
Hatırlayacaksınız önce Orgeneral Büyükanıt'ın ailevi-etnik geçmişi ile ilgili palavralar uydurdular.
Bu yalanı internet üzerinden yayma çabasına giriştiler. Yalanları kısa sürede ortaya çıktı.
Sonra, Orgeneral Büyükanıt'ın adını TBMM'nin Şemdinli araştırması ile ilgili rapora sokmaya çalıştılar.
Bu önerinin sahipleri iddialarının arkasında duramayınca Kara Kuvvetleri Komutanı'nın adı araştırma raporundan çıkarıldı.
Şimdi de Van Savcısı'nın "yargıyı etkilemeye teşebbüs suçlaması" gündemde.
Büyükanıt, Şemdinli olayına karışan astsubay hakkında "Tanırım, iyi çocuktur" dediği için yargıyı etkilemekle suçlanmaya çalışılıyor.
Astsubay hakkında yaptığı "Suçlu mu değil mi, soruşturmaya bakmak lazım" açıklaması nedense unutulmuş görünüyor.
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü'nün uzun süre tutuklu kalmasına neden olduğu için Türkiye gündemini uzun süre meşgul eden Van Savcısı üstelik bir de "hata" yapmış.
Genelkurmay Başkanlığı'na göndermesi gereken soruşturma talebini Genelkurmay Askeri Savcılığı'na göndermiş. Sadece bu bile suçlamanın ne kadar alel usul yapıldığını gösteriyor.
Belli ki sonuç alınmayacağı en baştan belli bir iddia bu noktalara taşınarak Orgeneral Büyükanıt'ın ismi üzerinde tartışmalar yaratılmaya çalışılıyor.
Bütün bunların 5 ay sonraki atamalarda ne kadar etkili olabileceğini biraz sabredersek göreceğiz.
Ama şunu söylemek istiyorum: Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kendi gelenekleri içinde yürüttüğü atama faaliyetlerine müdahale etmeye çalışmak bugüne kadar hiç kimseye yaramadı.
Biliyorum ki bundan sonra da yaramayacak.
Can Yücel'in mal varlığı!
İNTERNETTEKİ e-posta zincirlerinde dolaşan yazıları, doğruluğunu kontrol etmeden köşe yazılarına aktarmak bazı köşe yazarlarımız arasında yaygın bir davranış.
Irak Savaşı öncesinde, "Marquez'in, Bush'a yazdığı mektup" diye yutturulan bir metnin köşe yazılarında kalmayıp, gazetelere haber olduğunu bile hatırlıyorum.
Bunun son örneğini geçenlerde yaşadık.
Başbakan'ın mal varlığı tartışmaları sırasında internette dolaşan "Can Yücel'in Malvarlığı" başlıklı bir e-posta çok geçmeden değişik yazarlarca köşelere de taşındı.
"Avşa Adası'nda üç daire, dört üçgen, beş dikdörtgen" diye başlayan "mal beyanı" gerçekte mizah yazarı Met-Üst'e (Metin Üstündağ) aitti ve Penguen Dergisi'nde yaklaşık iki yıl kadar önce yayınlanmıştı.
Met-Üst, Penguen'in son sayısında şöyle yazmış: "Can Baba'ya canım feda ama böyle de olmuyo ki abi ya. Kafa patlatıyoruz burada."
Geçmişte yazdığım birçok yazım internette imzasız olarak dolaşıyor. Ve bu duruma son derece sinir olduğum için Met-Üst'ün neler hissettiğini çok iyi tahmin edebiliyorum.
Kırmızı karanfiller kenti
NIETZSCHE'nin annesi Franziska, bir papaz olan kocası Carl Ludwig ile tanışmasını 70 yaşındayken yazdığı anılarında şöyle anlatmış: "Beylerin yanına gidip reverans yaptıktan sonra elimdeki karanfilleri göstererek şöyle sordum: Sayın Peder, bunlar katmerli karanfil mi, yoksa boş karanfil mi?"
Ne zaman Atina'ya gitsem Franziska'nın bu sorusunu hatırlarım.
Bu "serbest bilinç akışına dayalı" anımsamanın nedeni, Atina geceleri ile karanfilin bir bütünün iki yarısı olmasıdır.
Atina'da gece kulüplerinde ellerinde küçük sepetler içinde sapsız karanfiller olan kızlar masaların arasında dolaşırlar. İnsanlar da bunu alır ve ya yanlarındaki sevgililerinin başlarının üzerinden dökerler ya da sahnedeki şarkıcıya fırlatırlar.
Ve ben her gittiğimde bunu merak ederim: Bunlar katmerli karanfil mi, boş karanfil mi?
Bir grup gazeteci arkadaşım ile geçtiğimiz hafta sonunu Atina'da geçirdik. "Leylim ley"i Türkçe olarak söyleyen sahnedeki "cami yıkılmış, mihrap yerinde" şarkıcıya sanırım 8-10 sepet karanfil attık. Bir Türk'ün memleketine kuş uçuşu bir saat mesafedeki bir ülkede bir şarkıcının söylediği Türkçe şarkıdan bu kadar etkilenebileceğini daha önce söyleseler inanmazdım aslında. Ama demek ki olabiliyormuş.
Her zaman İstanbul'un dünyanın en eğlenceli şehirlerinden biri olduğuna inanmışımdır. Ama Atina'nın da hakkını yememek gerek. Bu kentte "canlı müzik" yapılan yerlerdeki sandalye sayısı tam 45 bin. Her gece değişik yerlerde sahne alan ve isimlerini herkesin bildiği assolist ve assolist altı sanatçı sayısı 120! "Uvertürlerle" birlikte sayının bine yaklaştığı tahmin ediliyor. Orkestra elemanları hariç!
Böyle bir eğlence endüstrisinin ürünlerinin, Türkçe sözlere bürünüp karşımıza çıkması elbette bir tesadüf olmamalı. Diyebilirim ki iki gecede dinlediğim her üç şarkıdan birinin Türkçesini biliyordum!
İki ülkenin birbirine bu kadar yakınken, nasıl olup da yıllar boyunca bu kadar uzak kalabilmiş olduklarını günümüz koşullarında anlamak gerçekten çok zor.