Paylaş
Bu aslında bir sürpriz değil.
Erdoğan, kendisinin ayrılmasından sonra Başbakanlık makamı ile parti genel başkanlığı makamının aynı kişi tarafından doldurulması gerektiğini söylemişti.
Şu anda izlenen yol buna ulaşmayı hedefliyor.
Erdoğan’ın işaret ettiği kişi 27 Ağustos’ta genel başkan olacak, 28 Ağustos günü de yine Erdoğan o kişiyi başbakan olarak atayacak.
Bu hamlenin, Gül’ün parti genel başkanlığına dönmesinin önünü şu an için kestiği bir gerçek.
Ama bu Gül’ün emekli olup bir kenara çekileceğini de göstermediği gibi bir Gül–Erdoğan çatışmasının ve parti içinde ikiliğin baş göstereceği anlamına da gelmiyor.
Bununla ilgili soruların cevabını, yeni atanacak başbakanın önümüzdeki seçime kadar göstereceği performans verecek.
Yeni genel başkan ve başbakanın performansının öncelikle değerlendirileceği alan, parti içinde nasıl bir yol izleyeceği ile ilgili.
Bu yeni genel başkan, parti içinde dengeleri koruyabilecek mi, yoksa testilerin birbirine çarpmasına ve bazılarının kırılmasına mı neden olacak?
Eğer bugün mevcut dengeleri koruyabilirse mesele yok.
Erdoğan’ın parti içinde zaten tartışılmaz bir otoritesi var, dengeleri korumayı başarabilecek bir genel başkan, arkasına o otoriteyi de alarak partiyi gürültüsüz–patırtısız yönetebilir.
Unutmayalım ki bu hareket öncelikle bir siyasi misyon hareketidir, kökleri derindedir, kolayca parçalanması mümkün değildir.
Parti içindeki önemli aktörlerin hiçbiri de böyle bir işin içinde yer almak istemeyecektir.
Ancak yeni genel başkan, bizim siyaset sahnemizde sıkça sergilendiği gibi zücaciye dükkânına girmiş bir fil gibi davranmaya kalkarsa, o zaman işler karışabilir.
Gerçi o vakit de yine Erdoğan’ın otoritesi ve hakemliği sorunu çözmeye yetebilir ama Erdoğan, yeni bir heyet ile yola devam etmek istiyorsa, sorunu çözmek yerine ağırlığını yeni genel başkandan yana koymayı tercih eder, bu tutum da parti içindeki hoşnutsuzların gözlerini “yeni bir lider arayışına” çevirmelerine yol açar.
Böyle bir arayışta ilk adresin Abdullah Gül olacağını söylemek için falcı olmak da gerekmez.
İkinci performans testi, başbakan olarak partiyi seçimden başarıyla çıkarıp çıkaramayacağı ile ilgilidir.
Eğer seçimlere yaklaşılırken, bu yeni başbakan ve genel başkanın “yetersiz olacağı” görülürse, onu ilk satacak kişi de Erdoğan’dan başkası olmaz, böyle bir durumda Abdullah Gül’den başka seçenek de yoktur.
Gül’ün siyasi geleceği bu nedenle büyük ölçüde yeni genel başkanın siyasi performansına bağlıdır.
Başarılı olursa Gül’e ihtiyaç olmaz, başarısız olursa tek seçenek de Abdullah Gül’dür.
Sonuç olarak söylemeliyim ki AKP’de bir parçalanma bekleyenler, bence hayal kuruyorlar.
AKP hem bir misyon hareketi hem de 12 yıllık iktidarın nimetlerini paylaştırdığı kesimler için bir iş ortaklığı.
Bu ortaklığın bozulması ancak iktidar nimetlerinin kesilmesiyle mümkün ve AKP’deki herkes de biliyor ki parçalanmak, iktidara veda etmek anlamına gelir.
Ortada ne “sıfırlanacak paralar” kalır, ne de “ballı ihaleler” ki bunu hangi AKP’li ister?
Acaba Çiçek ne yapacak?
DÜN Recep Tayyip Erdoğan’ın “kanun ve Anayasa ile imtihanından” söz etmiştim.
İlk ipuçları ortaya çıktı.
Erdoğan’ın “hık deyicileri”, cumhurbaşkanı seçiminin ancak yemin töreni ile kesinleşeceğini ve bu nedenle yemin edene kadar Erdoğan’ın milletvekilliği ve başbakanlığının düşmeyeceğini söylüyorlar.
Bunun da yolu bulunmuş, YSK’nın seçim kesin sonucunu açıklaması ve bunun Resmi Gazete’de yayınlanması TBMM’deki yemin törenine kadar geciktirilecekmiş.
Bu konuda, Anayasa’nın ve kanunların ardından dolaşma isteğinin önüne geçecek merci TBMM Başkanlığı’dır.
TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in bu tezler ile uzlaşı içinde olmadığına ilişkin haberler de okudum gazetelerde.
Bakalım, Çiçek tercihini ne yönde kullanacak? Anayasa
ve kanunlardan yana mı,
Erdoğan’ın “Biz yaptık, oldu”culardan yana mı?
Ulusalcılık ile solculuk uzlaşmaz
DÜN gazetelerde okurken en çok güldüğüm haber, CHP’li parti içi muhalefetin, Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun hesap vermesini istediğine ilişkin olanıydı.
Bu kesim kendisini “ulusalcı” olarak tanımlıyor ve partinin “sağa açılma” politikasının çöktüğünü, “sol–sosyalist kesimlere açılmak” gerektiğini düşünüyormuş.
“Kafalar iyice gitmiş” belli ki!
Kendisini “sol ya da sosyalist” diye tanımlayacak siyasi kişiler ya da hareketler için CHP’nin ulusalcıları, “bildiğin sağcı”dır.
Mesela bir sosyalist için anadilde eğitim tartışılmayacak bir hak olarak görülürken, bir “ulusalcı” için bu talep ülkenin parçalanmasını istemek ile eşanlamlıdır.
Bir solcu için yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, insanların yaşadıkları bölgenin yönetiminde birinci derecede söz sahibi olması asıldır, bir ulusalcı için bu “merkezi üniter devletin çökmesi”nden başka bir anlama gelmez, buna şiddetle karşıdır.
Sosyal demokrat olmak her şeyden önce demokrat olmayı gerektirir, ulusalcıların böyle bir dertleri olmadığını biliyoruz.
Örnekleri arttırabilirim ama gerek yok.
Şunu söylemeliyim ki, sosyal demokrat ya da sosyalist fikirler ile ulusalcı fikirler ve politikaların uzlaşabilmesine olanak yoktur.
Bir uzlaşma var ise bu iki taraftan birinin artık kendisi gibi olmamaya karar verdiği anlamına gelir.
Paylaş