Paylaş
Sallanan sadece İstanbul değil, sorumsuzluklarımızın ortaya çıkmasıyla bizler de sallanıyoruz ama farkında değiliz.
Zaruretin kanunları doğurduğu modern bir çağdayız ama gereğini yerine getirmekte ihmalkâr davranıyoruz. Çünkü yaşamayı keyif çatmaktan ibaret görüyoruz.
Ülke için yaşamayı dert etmek lazım...
Lakin iki gerçeği olanların bu duyguyu anlaması oldukça zor.
Ve boşluğun ihtişamını yaşıyoruz...
*
Aklımıza İsmail Yıldırım’ın yazdığı yaşanmış bir hikâyesi geldi...
1938 yılında Ege’nin ıssız bir köyünde, bir muhtarın halkla el ele vererek bir meseleyi nasıl çözdüğüne dair...
“Muhtar aydın, çalışkan, doğa âşığı bir insanmış. Köylüler, muhtara besledikleri güvenle çalışır; yol, okul gibi birçok hizmetleri yaparmış” diyen Yıldırım şöyle anlatıyor:
Bölge bataklık, haliyle sivrisinek yuvasıymış.
Sıtma gibi salgın hastalıklar insanları öldürüyor, köylüyü canından bezdiriyormuş...
Muhtarın o güne kadar 8 kız çocuğu olmuş, 4’ü sıtmadan ölmüş.
*
“Son çocuğu erkek doğunca muhtar halka bir söz vermiş: Bataklık kurutulacak, sıtma ve insan ölümlerine çare bulunacak” diye yazan Yıldırım şunları söylüyor:
Öğrenilmiş çaresizlik, çaresizlikten daha tehlikelidir.
Zira çaresizken çaresiz olduğunu bilir insan.
Ancak, çaresizlik öğrenildiği zaman çaresizlik alışkanlığınız ve yaşam biçiminiz olur ki o vakit yaşayan bir ölü haline gelebilirsiniz!
*
Dönemin Muğla Valisi Recai Güreli muhtar ve köylüleri dinlemiş.
Ve bilim insanlarıyla birlikte çalışılmış, soruna çare bulunmuş: Bataklık kenarına okaliptüs ağaçları dikilmesine karar verilmiş.
“O tarihte Türkiye’de okaliptüs ağacı yokmuş” diyen Yıldırım bölgede yaşayan dünyaca ünlü yazar Halikarnas Balıkçısı’nın (Cevat Şakir Kabaağaçlı) devreye girdiğini ve Avusturalya’dan yüzlerce okaliptüs fidanı getirildiğini yazıyor...
Fidanların 3 kilometre boyunca tüm ovaya cetvelle çizilmiş gibi arada ince uzun bir yol varmışçasına dikildiğini yazan Yıldırım, ağaçların büyümesiyle bataklık, sivrisineklerin ve sıtma hastalığının yok olduğunu ifade ediyor...
*
Bugün Marmaris veya Datça’ya karayoluyla gidenlerin, Gökova’ya indiklerinde iki tarafı dev okaliptüs ağaçlarıyla çevrili uzun ince bir yoldan geçtiklerini belirten Yıldırım, görsellik ve esintinin büyüleyici olduğunu yazıyor. Çok kişi, o seyri doyumsuz yolda fotoğraf çektirir.
O yolun adına ‘Sevgi Yolu’ denilmiş.
*
Ülkesini ve insanlarının sorunlarını kendine dert edinen muhtarlar da varmış bir zamanlar bu ülkede...
Bir de gününü gün ederek yaşayan, bir ölü gibi, sadece kendine muhtar olanlar da...
Boşluğun ihtişamı da galiba böyle bir şey...
Paylaş