DİN, Allah tarafından insanlara ulaştırılan ilahi bir kanundur; amacı ise insanlara iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini bildirmek, onları dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşturmaktır.
Din, insanların yaratılıştan getirdiği fıtri bir gerçektir. Hiçbir toplum dinsiz yaşamamış ve yaşaması da düşünülemez. Hal böyle olunca, sağlıklı bir dini bilgiye ve dini asli kaynaklarından doğru olarak öğrenmeye olan ihtiyaç her geçen gün artmakta ve insanımız; doğru, anlaşılır, güvenilir dini bilgiye kavuşma hasretini daha fazla hissetmektedir.
Bu nedenledir ki, son zamanlarda kamuoyunda ve medyada din en çok konuşulan ve tartışılan konular arasında yer almıştır. Son yıllarda kamuoyunda dini kavramlarla ilgili olarak gözlemlenen kargaşanın, dinin doğru bir şekilde anlaşılmasının önünde ciddi anlamda bir handikap teşkil ettiği ve bu kargaşadan yararlanılarak dinin istismar ve magazin unsuru haline getirilmek istendiği görülmektedir. Şikáyetler de daha çok bu noktada düğümlenmektedir.
* * *
Dini düşünce ve görüşlerin, ideolojik veya çeşitli nedenlerle dinin ana kaynaklarındaki bilgileri nazar-ı dikkate almadan veya onlara kayıtlı kalma gereği duyulmadan açıklanması, herkese göre değişen göreceli bir din anlayışının ortaya çıkmasına, bu durum ise dini bilgisi yeterli olmayan insanımızın zihinlerinde ‘Hangi İslam doğrudur?’ şeklinde birtakım istifhamların doğmasına neden olmaktadır.
Bu bilgi eksikliği, beraberinde birtakım medya kuruluşlarının da katkısıyla zaman zaman magazinleştirilmekte ve adeta bir şov konusu haline getirilmektedir ki, bundan üzüntü duymamak mümkün değildir.
Magazin, ‘içi boşaltılan kavramlar’ şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Medyamız, fazla sayıda izleyici kitlesine ulaşabilmek için kendisini ‘reyting’ canavarının kollarına bırakmış, konusu ne olursa olsun, her türlü yayını öncelikle cazibeyi artırma aracı olarak kullanmaktan medet umar hale gelmiştir. Medya, basit bir haberi bile, birbirinden çarpıcı görüntüler desteğiyle sunarak bu canavarın iştahına yem taşımaktadır.
Bir bilim adamımız bu anlayışı, ‘gerçek dünyayı nedensellik ilişkilerinin dışında yapılandıran, olguları bağlamlarından koparan’ bir olgu olarak tarif etmektedir ki, bu tespite katılmamak mümkün değildir.
Bir başka bilim adamı Groombridge ise televizyon üzerine yaptığı bir yorumda bu aracın ‘kendine özgü’ yayın anlayışını şu çarpıcı sözlerle ortaya koymaktadır:
‘Televizyon şu ilke üzerinde hareket eder: Eğer hareket varsa kaydet; hareket yoksa iletilecek bir şey de yoktur... Eğer dramatik bir olay varsa, bunu rapor et; dramatik değilse dramatikleştir; eğer bu da yapılamıyorsa, sorun çok da önemli değildir.’
İfade etmek gerekir ki, günümüz Türkiye’sinde Groombridge’nin ileri sürdüğü ilkeden çok daha ölçüsüz bir medya ile karşı karşıya bulunuyoruz. Bunun en çarpıcı örneklerinden birisi ise ‘dini magazinleştirme’ pervasızlığıdır. Son yıllarda hemen her ramazan ayında, bu pervasızlığı sinir sistemimizin dayanabildiği ölçüde yaşamaktayız.
‘Efendim, orucumuzu eşimizle ilişkiye girerek açabilir miymişiz?’ Son haftanın sorusu da, konusu da buydu. Çok şükür, bir manken hanımın din değiştirmesi, başka bir manken-sanatçının maruz kaldığı tecavüz olayının beynimizi kemiren sansasyonel hikáyelerinden kurtulmuştuk ki, medya bir ilahiyat profesörümüz sayesinde yeni bir sansasyona daha sarıldı ve bu konuyu bildik üslubuyla işlemeye başladı. Bu konuda aklı eren, bilgisi olan herkese de mikrofonlar, kameralar tutuldu, demeçler alındı, olur mu, olmaz mı tartışmaları yaşandı. Oysa, soru basit bir ilmihal bilgisiyle aşılacak türdendi, çok da gerekli bir bilgi değildi. Milyonlarca Müslüman arasında, orucunu tutup da iftar vaktini cinsel bir arzu içinde bekleyenler var mıdır, varsa bunların oranı nedir?
Akla ve dine ziyan sorular ve bu sorular etrafında ciddi ciddi yapılan tartışmalar... Bu, hangi iştah veya kompleksin ürünüdür, anlamak mümkün değil. Hiçbir din, hiçbir inanç böyle magazinsel bir davranışa anlayış gösteremez.
Medya eşliğinde din adına yapılan şovlardan birisi de ramazan yardımları ve iftar çadırlarıdır. İslam, yardımlaşmaya önem veren bir dindir. Zekát müessesesi bunun için vardır. ‘Komşusu açken tok yatan bizden değildir’ sözü İslam’ın muazzez Peygamberi Hz. Muhammed’e aittir. Hz. Peygamber, bir başka hadisinde de yardımlaşma prensibini şu öğüt üzerine oturtur: ‘Sağ elinizin verdiğini, sol eliniz bilmesin!’ İslam, insan onurunu işte böyle büyük bir dikkatle önemser.
* * *
Bir de yapılanlara bakalım: Siyasetçiler bir yanda, sanatçılar, işadamları başka bir yanda; sanki kamuoyuna ‘bakın, bu işte ben de varım’ dercesine, gazete ve TV muhabirlerini de yanlarına alarak ya bir fukara evinde iftar açarken, ya bir belediye çadırında iftar verirken, ya da bilmem hangi işadamını temsil eden bir densizin kamyondan topluluğun üzerine ekmek veya erzak saçıp izdiham yaratırken hiç de hoş olmayan görüntüler veriliyor. Böyle bir yardım anlayışının dinimizden onay alması mümkün değildir.
Yardım yapacaksak, insanları rencide etmeden yapalım. Bakın eskiler, yardım alan insanları da, kendilerini de teşhir etmeden yardımlarını fakirlerin geçeceği yollara veya gecenin bir saatinde evlerinin önüne bırakır; bunu, insanların gururunu incitmeden, kimseye de belli etmeden yaparlardı. Lütfen, bu insanlık ilkesini ayaklar altında çiğnemeyelim.
Son söz:‘Dini magazinleştirenlerin, onu birtakım heveslerin ve çıkarların aracı yaparak bundan kazanç bekleyenlerin vay haline!’