AB ile ilişkiler, Kıbrıs ve Irak tartışmaları , toplumumuzu yönlendiren kişilerin televizyonlarda ve basında sergiledikleri performans ne yazık ki çok eleştiri topladı. Eskimiş bilgilerle bu topluma yön verilemeyeceği bir defa daha anlaşıldı.
Eskiden pek konuşmazlar, ortalarda görünmemeye dikkat ederlerdi, ancak son yıllarda emekli paşalardan görüş almak, çok moda oldu. Özellikle 28 şubat döneminde ön plana çıkarıldılar. Dönemin Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri ( psikolojik savaş uzmanı) Özkasnak paşanın buluşu olduğu ileri sürülürdü.
Emekli paşalar ardı ardına TV’lere çıkarlar ve Refahyol hükümetine verip veriştirirlerdi. Açıkça söylenmez, ancak Genelkurmay’dan brifing aldıkları ve oradaki havayı yansıttıkları bilinir veya öyle sanılırdı. Türkiye Cumhuriyetinin laik düzenini ve temel ilkelerini asker adına onlar korurlardı.
28 Şubat geçti gitti, ancak paşalarımız medya’ya miras kaldılar.
Eskisine oranla rağbette olmasalar da, yine de tutunanlar oldu. Bazıları gazetelerde köşe yazarı, bazıları Atatürkçü derneklerin yöneticisi oldu, bir bölümü de Stratejik araştırma merkezlerinde birikimlerini değerlendirmeye başladılar.
Paşalarımızın performansları geçen yıla kadar pek fena gitmiyordu.
Ancak her şey, önce Avrupa Birliğine tam üyelik, ardından Kıbrıs tartışmaları ve nihayet Irak savaşı sırasında değişmeye başladı.
Paşalarımızın bir bölümü kamuoyunda pek göz dolduramadılar.
İçlerinde kendilerini geliştirmiş, emekli olduktan sonra da çalışmış, dış yayınları izlemiş pırıl pırıl olanlar yine parladılar, ancak önemli bölümü yetersiz kaldılar. O kadar ki, Genelkurmay Başkanlığı bir ara “emekli komutanlarımız bizim adımıza konuşmamakta, kendi görüşlerini yansıtmaktadırlar” açıklaması yapmak zorunda kaldı.
Bu kadar hayal kırıklığına uğranılmasının nedeni de Türk toplumunun, General rütbesine yükselmiş her subayının “çok parlak olduğuna“, her şeyin en iyisini bildiğine inanması. Onların hata etmeyeceği, planlamayı, taktiği, stratejiyi, orduların yönetimini, psikolojiyi kısacası her konuyu sular seller gibi ezbere bildiği izlenimi vardır. Omuzlarındaki sayısız yıldızlarla emirler verirken gördüğümüz, sokaktan geçerken yeri göğü inleten o komutanların hata edebileceklerine kimseler inanmazdı.
Oysa baktık ki, Paşalarımızın bir bölümü eskiden okudukları kitapların ötesine geçememişler. Modern savaşı, değişen taktikleri pek anlayamamışlar. Cumhuriyetin ilkelerini savunma konusunda gösterdikleri cerbezeliği gerçek mesleklerinde pek yansıtamadılar
EMEKLİ DİPLOMATLAR DA SAPIR SAPIR DÖKÜLDÜLER
Askerlerimiz böyleydi de, emekli diplomatlarımızın performansları nasıldı ?
Doğrusu, onların da aralarından birkaçını çıkarın, geriye kalanları sapır sapır döküldüler. Yaptıkları analizler kötü, çağdışı ve kulaktan dolmaydı.
Sözünü ettiğim Büyükelçilerin bazıları geçmişte yanına yaklaşılmaz insanlardı. Politikalarda söz sahibi idiydiler. Onların ağzından çıkan bir değerlendirme Türkiye’nin politikalarını değiştirirdi. Diplomatlarımıza övgüler dizilirdi.
Kıbrıs-AB- Irak sürecinde gördüğümüz diplomatlarımızın, o eskilerle hiç ilgisi yoktu. Yine içlerinden birkaçı hariç, büyük bölümü sınıfta kaldı. Ancak kamu oyu, paşalarımıza gösterdiği hayal kırıklığını diplomatlarımıza göstermedi. Demek ki beklentileri pek fazla değilmiş.
PEKİ BİZLER NASILDIK ?
Herkes kötüydü de, bizler mi iyiydik ?
Söz konusu değil.
Televizyonlarda konuşan, yazılı basında görüş açıklayanlarımız çok geride kaldık. Değerlendirmelerin küçük bir bölümü doğru, ancak önemli bölümü yetersiz görüldü.
Ancak aramızda önemli bir fark var.
Biz gazeteciler, Paşalarımız gibi üstün bir eğitim görmedik. Hiçbir zaman onlar gibi Devlet sorumlulukları almadık. Türkiyeyi yönetmeye talip olmadık. Aynı şekilde, diplomatlarımız gibi dünyayı görmedik, diplomasinin inceliklerini öğrenmedik, Uluslararası pazarlıklara katılmadık.
Ne Generallerimiz, ne de diplomatlarımız gibi deneyimimiz var. Bundan dolayı da bizim hatalarımız doğal karşılandı, paşalar ile diplomatlar daha fazla eleştirildiler. Daha fazla hayal kırıklığı yarattılar.
Özetle, hepimiz aynı kaynaktan çıkıyoruz. Kimse kendinin diğerinden daha bilgili olduğunu iddia etmemeli. Askeri , diplomatı, öğretim üyesi veya gazetecisi aynıyız. Birbirimizi bilelim, birbirimize caka satmadan, gerçek değerimizi bilerek yolumuzda yürüyelim…
* * *
KARANLIK YILLARIN BİLANÇOSU
Hasan Cemal’in kitabını okurken tüylerim diken diken oldu, içim kabardı. 1990’lı yıllarda yaşadığımız kabusun, bir gazetecinin not defterinden alıntılarla anlatımı. Hem okumak istemedim, hem elimden bırakamadım.
Felat Cemioğlu’nun 1982’de Diyarbakır E tipi cezaevinde gördüğü korkunç bir işkence macerasıyla başlayan kitap, toplumumuzun on yıl süreyle nasıl param parça olduğunu ortaya koyuyor. Her kafadan başka sesin çıktığı dönem çok güzel anlatılmış. Tarihçilere bundan daha değerli bir kaynak düşünülemez.
Kitap bittiğinde etkisinden kurtulamıyorsunuz.
Politikacıların çaresizliğini görüyorsunuz.
Askerlerin sadece kaba güç kullanıp sorunu çözebileceklerini düşünüp, nasıl yanıldıklarını; ülkeyi her yönden nasıl yönettiklerini okuyorsunuz.
Kürtlerin gerçekleri hiçbir zaman kavrayamadıklarını dehşet içinde izliyorsunuz.
Hasan Cemal’in anlatımı son derece rahat. Okuyucu ile konuşur gibi kaleme alıyor. Notlarının arasından seçtikleri o korkunç yılların perde arkasını çok net biçimde ortaya koyuyor. Üstelik, bilinmeyen çok şey öğreniliyor.
Örneğin, Öcalan’ın çok sevdiği, taktir ettiği ve saygı duyduğu anlaşılan Doğu Perinçek’e Şırnak Milletvekilliği önermesi gibi... Perinçek’in Öcalan’ı Bekaa vadisindeki kampında övgüler ve çiçeklerle ziyaret edip partisine üye etmek istediğini biliyordukta, Öcalan’ın Perinçek’e milletvekilliği önerdiği bilinmiyordu. (NOT: Bugün Perinçek müthiş bir PKK ve Öcalan düşmanı rolü oynuyor)
Kitabı bitirdikten bir süre sonra, “Allahım çok şükür ki, bütün bunlar geride kaldı”deyip, memnuniyet duyuyorsunuz.
Hasan Cemal, yakın tarihimize son derece değerli bir katkıda bulundu. Ellerine sağlık.
KIBRIS’IN STRATEJİK ÖNEMİ KALDI MI?
Irak olayı birçok kavramları, dengeleri ve içi boşalmış inançların da yıkılmasına neden oluyor.
Bunlardan biri, Kıbrıs’ın Akdeniz’in en büyük uçak gemisi sayılması ve özellikle petrol hatları açısından vazgeçilmez bir stratejik önemi olduğudur.
Amerika binlerce kilometreden gelip koskoca bir ülkeyi istila edebildi. Bu olay öylesine bir teknolojik patlamayı da beraberinde getirdi, Kıbrıs gibi küçücük bir adanın stratejik önemi de beraberinde yok oluverdi.
Kıbrıs konusunda başka gerçekler bulalım da, petrol hatlarının korunması açısından hayati önemde olduğunu artık söylemeyelim. Zira artık ABD kendi kalktı ve bölgeye oturdu. Petrol yollarını kendi koruması altına aldı.
AVRUPA-TÜRKİYE VAKFINI ÖLDÜRMEYİN
2002 yılında ilk defa, Türkiye’nin resmi yetkililerinin dışında ve resmi paraların kullanılmadığı bir Vakıf kurulmuştu. TÜRKİYE-AVRUPA Vakfının başkanlığına, Belçika’nın en prestijli isimlerinden Baron Cardon de Lichtbuer geldi, Genel Sekreterliği de Brüksel’deki AB çevrelerinin en iyi tanıdığı, saygın bir isim Giles Meritt yüklendi.
Bu vakıf çok kısa sürede etkin bir çalışma yaptı ve Türkiye’nin AB için önemini hemen her alanda kabul ettirmeye başladı.
Vakfın gücü, çalışmalara katılan insanların ağırlığı kadar, sırtını dayadığı parasal kaynağın tamamen özel sektörden kaynaklanmasında da geliyor.
Vakıf yöneticileri hem Türk, hem de Avrupa ülkelerinin özel sektörlerinden bağış alarak yaşıyor. Şimdiye kadar da böyle ayakta kaldı.
Bugüne kadar Türkiye tarafında kurulan ve örtülü ödenekten para verilen hiçbir Vakıf Avrupa’da etkili olamamışken, Avrupa-Türkiye Vakfı hemen kendini gösterdi.
Hele şu sıralarda Avrupalı gazetecileri Türkiye’ye getirip, Türkiye gerçeklerini göstermeye hazırlanıyordu ki, birden bire Ankara’da hava değişti.
Özellikle Dışişleri Bakanlığı bu Vakfa ters bakmaya başladı. Elle tutulur hiçbir gerekçe de bulamadım. Araştırdım, sorup soruşturdum garip bir hava esiyor. Daha çok kişisel gerekçeler ileri sürülüyor.
Vakfın yabancı yöneticileri şaşkın, neye uğradıklarını anlayabilmiş değiller.
ABDULLAH GÜL BU OLAYA EL KOYMALI
Bu Vakfın böylesine şarklı gerekçelerle öldürülmemesi gerekiyor. Dışişleri Bakanı bu olaya el koymalı ve Vakfın heba edilmesini önlemelidir.
Bırakın, tarafsız bir Sivil Toplum örgütü, bir Vakıf ayakta kalsın. Gerekiyorsa, beğenmediğimiz sözler etsin. Ancak, etkili olsun. İnsanlar onların söylediklerine inansınlar.
Türkiye bu hatayı işleyecek kadar, halkla ilişkiler konusunda güçlü değildir.
Bu işi bu kadar basit biçimde gözden kaçırmamalıyız.
ÖZAL’I HALA ANLAMAYA ÇALIŞIYORUZ
Eğer bir insan, ölümünden 10 yıl sonra hala tartışılıyor, hakkında açık oturumlar yapılıyor, mezarının başına binlerce insan doluşuyorsa, olay bir başka yöne gidiyor demektir.
Turgut Özal’ın 10. ölüm yıldönümü son derece önemli işaretlerle doluydu. Yaşarken –benim gibi- onu anlayamayanlar, zaman geçtikçe keşfetmeye ve ileri görüşlülüğünü daha iyi anlamaya başladılar.
Meğer ne önemli işler yapmış...
Meğer Türkiye’ye ne dev adımlar attırmış...
Meğer Türkiye’yi nasıl akıllıca taşımış...
Şimdi bütün bunlar daha iyi anlaşılıyor.
Bir de taş kafalılar cephesi var. Onlar için herşey “şekilden “ ibaret. Bu dünya’ya sadece eleştirmek, hiçbir şeyi beğenmemek için geldiklerinden, “Devlet” gibi bir kavrama sarıldıklarından, varlık nedenleri bu olduğundan dolayı, Özal’ı sürekli yerden yere vuruyorlar.
Oysa Türkiye giderek ikiye ayrılıyor.
Biri, eskisi gibi Devlet’e tapınan, insanı geri planda bırakan, içine kapanık ve her sorunu tehditle çözme meraklısı bir Türkiye...
Diğeri, liberal, Avrupa Birliğinin kriterlerini benimsemiş, insan unsurunu ön plana çıkaran bir Türkiye...
Özal, bu ikinci Türkiye’nin sembolü olduğundan dolayı giderek daha iyi anlaşılıyor ve daha fazla seviliyor...
Bir de, insanları ölmeden önce takdir etme alışkanlığı edinsek ne iyi olacak...
(Bu yazı, Posta Gazetesinde ve aynı gün Hürriyet Gazetesinin tüm dış yayınlarında, Hürriyet internet sitesinde (www.hurriyetim.com.tr) Milliyet internet sitesinde (www.milliyet.com.tr) ve Daily News ekibi tarafından tercüme edildikten sonra hem ana gazetede, hem de Daily News internet sitesinde (www.turkishdailynews.com.) yayınlanmaktadır.)