Paylaş
Korkak bir yazar değilimdir. Düşüncelerimi açıkça yazarım. Zaten bundan dolayı kendimi durmadan tartışmaların içinde bulurum.
Nedense,tek çekinerek ve kelimelerimi seçerek yazdıklarım, ülkedeki gelişmelerin iyiye gittiği ile ilgili yazılardır. Toplumumuzda genel bir kötümserlik vardır. İşler iyi gitse dahi, mutlaka şikayet ederiz. Muhalifler, kim “ülkede istikrar var” dese kıyamet koparır ve sizi iktidar yardakçısı olarak suçlar. Tabii bir de, gerçekten fakirkesim vardır ki, onların dahaklı tepkilerini çekersiniz.
Bu yazımın başlığı “Genelde işler iyi gidiyor” idi. Tepkilerden çekinip, orta yolbaşlığı koydum : Gelişmelerden rahatsız olmayın”.
Aslında mesajım, vatandaşların gazete manşetlerine bakıp karamsarlığa kapılmalaları ile ilgiliydi.
Tarafsız bir gözle bakıldığı taktirde, Türkiye’de şu anda istikrar vardır. Ekonomi rayında gitmekte, sokak çatışmaları, toplumsal ayaklanmalar, siyasi çalkantılar görülmemektedir.
1970-80’lere kadar geriye gitmeyin. 1994’ten itibaren son 10 yıla bakıp bir karşılaştırma yapın yeter. Ne demek istediğimi anlarsınız.
Yeminli bir AK parti düşmanı, fanatik bir dinci, en ödünsüz bir solcu veya ülkücüolsanız dahi, bu değerlendirmeye katılacağınızdan eminim. “Rahat” ne kadar batsa, bazılarınızı ne kadar rahatsız etse dahi, yine de bana kulak verin...
Ülke’nin genel gidişi iyiyöndedir.
Malvarlığı tartışmaları, karışık namaz, Galaport veya Unakıtan’ın gafları kafanızı karıştırmasın bunlar önemli, ancak istikrarı bozacak nitelikli gelişmeler değildir. Adeta, kamuoyunu meşgul eden, dikkatleri zararsız bir yere yoğunlaştıran bir oyun oynanıyor. Üstelik, bize özgü de değil. Her ülkede aynı senaryolar izlenir.
Özetle, gece yatarken rahat edin...
* * *
AB ÜYELİĞİMİZİN ANAHTARI PARİS’İN CEBİNDE
Fransız Dışişleri Bakanı Douste-Blazy’ninziyareti kısa oldu ancak, Türk-Fransız ilişkilerinin hem Paris, hem de Ankara açısından ne kadar önemli olduğunu göstermeye, daha doğrusu, hepimize hatırlatmaya yetti.
Geçen yıl yaşanan talihsiz dönemin yaralarıhala kanıyor. Daha yeni fırtınalara da gebeyiz, ancak herşeye rağmen bu ilişkileri ayakta tutmalıyız.
Tatsız olayların temelinde, Fransanın hem kendi içinde, hem de Avrupa çapındaki rahatsızlıkları yatıyor. Siyasetin cileveleri, Türkiye’yi ön plana çıkartıp, adeta hedef haline sokuyor. Bu da, Fransızların bizden nefret etmesinden değil, Türkiye’nin AB kapılarını zorlamasının zamanlamasından, büyüklüğünden, nüfusundan, 11 Eylül’ün gölgesinde kalan müslümanlığından kaynaklanıyor. Kısacası, bir yol kazası yaşıyoruz.
Ne olursa olsun bunlar, uzun vadeli çıkarlarımızı zedelememeli.
Fransa, Türkiye’ninAB’ye giriş kapısının anahtarını elinde tutuyor. Bu anahtar eskiden, bir ölçüde Atina’nın cebindeydi.Artık değil. Artık Paris bizim en çok önem vermemiz, ikna etmemiz gereken başkent oldu.
Türkiye’de, Fransa’nın kolaylıkla gözardı edemeyeceği bir ülkedir. Hele 11 Eylül sonrası ortamda, Türkiye’yidışlamak hiçte akılcı bir tutum sayılmaz.
Dışişleri Bakanı’nın gelişi bunun sembolüdür. Bir çok konuda farklı politikalara sahip, olaylara farklıpencerelerden bakıyor olsak dahi, Paris ile Ankara’yı yönetenler birbirlerinden uzaklaşmamaya çalışıyorlar.
Philippe Douste-Blazy’nin ziyareti, iyte bu açılardan, fırtınadan yeni çıkan Türk-Fransız ilişkilerine biraz rötuş, biraz makyaj, biraz da ince ayar yapmak açısından çok yararlı olmuştur.
* * *
İRAN GAZ ANLAŞMASINI İLK BİZ BOZMADIK MI ?
Nalıncı keseri gibi, her şeyi sadece kendi açımızdan görüyoruz. Sürekli olarak hep karşı taraftakileri suçluyoruz.Bunun en son örneklerinden birini, İran’ın doğal gazı azalttığı yolundaki haberleriyle birlikte yaşadık. Soğuklarda talebin artışı ve aynı zamanda bazı teknik ve siyaset karışımı nedenlerden dolayı, gözler İran’dan gelen gaza döndü. Ne derece doğrudur belli değil, ancak gazetelerimizde çıkan haber ve yorumlarda, İran ile yapılan anlaşma tartışılır oldu. Anlaşmada, İran’ın gereken gazı vermemesi durumunda hiçbir yaptırımın bulunmadığı ve işin Allah’a bırakıldığı yazıldı.
Böyle bir boşluk söz konusu olabilir. Ancak, İran gazı konusunda bazı hatırlatmalar yapmak istiyorum.
Erbakan’ın Başbakanlığı döneminde, İran Cumhurbaşkanı Rafsancani’ nin resmi ziyareti sırasında, İran Gaz projesi büyük ümitlerle imzalanmıştı. İran, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu bölgesinin ihtiyaçlarını karşılayacak, Ankara’ya kadarki bölgeyi besleyecekti.
İran’ın dev doğal gaz rezervleri vardı ve bundan bizim yararlanmamız da son derece doğaldı. Ekonomik açıdan bakıldığında, akılcı bir projeydi. Kimin nereye kadar boru hattı döşeyeceği dahi belirlendi ve bir anlaşma imzalandı. Boru hatlarının ne zamana yetiştirileceğinden tutun, alınacak gaza kadar herşey saptandı.
Ardından sorunlar başladı.
Bizler, Erbakan’ın tamamen İran rejimine sempatik görünmek için bu anlaşmayı yaptığını ileri sürüp, konuyu çarpıttık.Sanki doğalgaz değil, İran rejimini ithal edecektik. Zaten Amerikalılar bizim İran ile böyle bir anlaşma yapmamıza ters bakmışlar, izin binbir zorluklarla alınabilmişti. Washington da memnuniyetsizliğini hep belirtti. Zaten bir süre sonra 28 Şubat patladı ve iktidar değişti.
Ecevit- Yılmaz- Cindoruk iktidarı bu projeye soğuk baktı. Ayrıca, yeterli fon bulunamadığından dolayı, Türkiye içindeki boru hatları gecikti ve anlaşmaya göre gazın akması gereken tarihe yetiştirilemedi. Oysa, anlaşmada bir de tazminat maddesi vardı.
Durum böyle olunca, Tahran’ın kapısını çaldık. Sürelerle oynandı, tazminat azaltıldı ve proje küçültüldü. İran’lılar bu konuda- enerji bakanlığı eski yetkililerine göre- Türkiye’ye anlayışlı davrandılar. Anlaşmanın bozulmasına göz yumdular.
İşte bugünlere böyle geldik.
Kısacası, neyi ne kadar isteyeceğini tam hesaplayamayan, planlaması tutmayan ve doğru dürüst anlaşma yapamayan taraf İran değil, bizleriz.
Birilerini suçlarken madalyonun öbür yüzünü de bilmekte yarar var.
Paylaş