“Aman güneşe çıkmayın...”

Dr. Mehmet Öz ile uzun bir sohbet yaptım ve güneşe çıkma konusunda açıkçası paniğe kapıldım. Güneşe çıkmamak moralimi bozuyor.

Dr. Mehmet Öz karşıma oturdu ve konuştukça moralimi biraz daha bozdu. Konumuz, güneşte kalmanın yarattığı sorunlardı.

Öz, bir animasyon hazırlatmış. Fazla güneşte kalan, kötü beslenen ve hiç spor yapmayan bir insanın nasıl çabuk yaşlandığını gösteriyor.

Korktum.

“Güneş ışınları derinizi kurutuyor, mahvediyor. Aman güneşte kalmayın” diyen Öz, yüzerken dahi ince bir fanila giyilmesini tavsiye ediyor. “Hele, yüzünüzü sakın açıkta bırakmayın” diyor. Oysa bronzlaşmak ne güzeldi. Eskiden güneşte kararmak güzellik işaretiydi. Genç kızlar ve erkekler özellikle yanarlar birbirlerine nispet yaparlardı.

Bundan sonra bembeyaz bir tenle dolaşacağız. İnsanın moralini bozmaya yetiyor, ancak yapacak birşey yok. Bağrımıza taş basıp, doktorun dediklerini yerine getireceğiz.

Size de tavsiyem aynı: Aman güneşe çıkmayın. Çıkacaksanız da, iyice örtünün.

* * *

GEMİ İLE KARADENİZ GEZİSİ

Eşim Cemre. 27 Haziran tarihinde Türkiye Denizcilik İşletmeleri’nin (TDİ) son kalan 5 gemisinden biri olan “Karadeniz”le Sochi, Yalta, Sıvastopol, Odessa’ya gitti. Gemiyi TDI işletiyor, bilet satış ve turları bir seyahat acentası üstlenmiş. Bakın neler anlattı:

“Esasında programda Sochi yerine Köstence vardı. Ancak Romenler Avrupa Birliği üyeliklerinin sarhoşluğuyla o kadar zorluk çıkarmışlar ki Romanya iptal olunmuş, yerine Rusya’nın en önemli tatil şehri olan Sochi konmuş. Bize de değişiklik son anda söylenildi.
Keşke konmaz olaymış. Ruslar Komünizmi bırakmışlar ama gümrük eskisi gibi katı ve şüpheci. Gemiden çıkmak istiyorsunuz zorluk çıkarıyorlar, vapura girip çıkamıyorsunuz, tek başınıza şehirde dolaşamıyorsunuz. Zaten Sochi’de sanatoryum ve güzel manzaradan başka hiçbir şey yok. Binlerce Rus buraya tedaviye ve dinlenmeye geliyormuş. Otel sandığınız binaların hemen hepsi “Sanatoryum” diye adlandırdıkları, ancak hastane-dinlenme evi karışımı tesisler. Oradan zor kaçtık. 50 Euroluk turla bir çay bahçesi ile Stalin’in evini gördük, gemide herkes ayaklandı.

Moralimiz Yalta’da yerine geldi. Dağları çamlarla kaplı fevkalade hoş bir şehir. Eski binalar, restore edilmiş eski oteller, palmiyeli uzun bir promenad yeri, renkli, hareketli bir şehir. Zaten Ukrayna’ya geldiğimiz hemen belli oldu; kızlar güzelleşti, gümrük de elinden gelen kolaylığı gösterdi.

1945 Yaho konferansının yapıldığı Livadio sarayını görmek, Churchill, Roosevelt ve Stalin’in etrafında oturduğu masayı ellemek müthiş bir his. Kont Vorontsov’un Alupka sarayı, Çar Aleksandr III’ün Massandra sarayı, 1850’lerde kurulmuş Botanik bahçe ve plajlar... Ne yazık ki 2 gün kalacakken geç geldik ve 1.5 gün kalabildik. Kadınlar sokaklarda ahududu, kiraz, kayısı satıyor. Pazar ve dükkanlarda ise Türk malı satılıyor. Neyi elleseniz Türkiye’den gelmiş, çok iftihar ettim.

Sıvastopol’a vardığımızda Kırım savaşı hakkında kitapları zaten hatmetmiştim. Çok hoş bir liman. Paris’de görebileceğiniz kocaman kocaman şık binalarla dolu caddeleri olan bir şehir. Şehrin en hakim noktasında “1855’den bir gün” diye Kırım harbinin 360 derece yağlıboya panoraması akıllara durgunluk veriyor. Bütün şehir Kırım Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı anıtları ile dolu. Bu millet zaten anıt yapmaya bayılır, muhteşem örneklerini de adım başı görüyorsunuz. En heyecanlısı da İngilizlerin Hafif Süvari alayının yanlışlıkla Rus topçularına doğru hücum ettikleri ve yok oldukları vadiyi görmek oldu. Ayrıca “Sıvastopol önlerinde...” diye bir Osmanlı marşı vardı değil mi?

Sıvastopol’da iki gün kalacakken bir gün kaldık. Yazık da oldu, çünkü “onu da göreyim, buraya da gideyim” diye perişan olduk. Allah’tan tuttuğumuz taksi iyiydi. En acıklısı şehrin dışında unutulmuş bir tarladaki İngiliz anıtıydı.

Odessa ise bambaşka bir yer. “Karadeniz’in incisi” deniliyor ve doğru. Yalta kadar yeşil değil ancak binalar yüzyılın en güzel örnekleri. Çoğu dökülmekle birlikte belli bir restorasyon çalışması var. Ağaçlıklı geniş bulvarları, süslü püslü pasajlar, çiçekli parklar, tam bir Avrupa şehri. İnsanlar açık hava kafelerde Paris’te gibi oturuyor.

Yavuz ve Midilli zırhlısı burayı da topa tutmuş. Birinci Dünya Savaşı’nın başında Opera binasında Şalyapin, Caruso söylemiş, Filarmoni orkestrasını Çaykovski, Rimsky-Korsakov idare etmiş, Puşkin burada yaşamış.

Yatırımların geldiği gün buranın nasıl müthiş bir şehir olacağını gözle görüyorsunuz. Bir de Güzel Sanat Müzesi muhteşem. Kont Marazı binayı Yalta’ya hediye etmiş, bir oda dolusu Ayvazorvski’nin tabloları göz kamaştırıcı. Zaten İstanbul tabloları ile tanıdığımız Ayvazovski 400 tablosunu kendi şehri olan Feodosia’ya hediye etmiş, o da Yalta’ya yakın bir şehir.

TDİ Karadeniz’e gelince 65 gemilik filomuzdan kalan 5 gemimizden biri özelleştirme kapsamına alınmış ama alan yok. Gemi 1997 yapımı ama eskimiş. Bir halı değiştirmek bile devlet daireleri arası yazışmalarla oluyor. Güvertede en adi plastik sandalyeler var, şezlonglar ise yastıksız ve köhne. Fiyatlar birçok bakımdan Yunan ve Karaip seferi yapan gemilerden daha pahalı belki ancak Karadeniz’in bu şehirlerini başka türlü görmenin imkanı yok. Türkçe konuşan, Türkçe çalıp oynayan, Türk televizyonu (TRT 1,2, Show) seyreden, Türk yemekleri veren bir gemi.

Yolcuların çoğu yeşil pasaportlu; hakimleri, öğretim görevlileri, memurları. Birçoğunun 3-4’üncü gezisi. Yabancı turistin gelmesine, gelirse birşey almasına olanak yok. Zaten “devlet” olduğu için bir katı düzen göze çarpıyor. Zırt, pırt hoparlörlü anonslar, merkezden gelen menüler (balık bir gün yenilebilindi, gemi dışardan hiçbirşey alamıyor) ihale ile alınan lokman vişne reçelinin içinden çilek reçeli suyu çıkması pek Avrupa standardı gemilerde göremiyeceğiniz şeyler. Keza “5 çayının yanında bir bisküvi bile yok” diye söylendiğimde, mevzuatta olmadığı anlatıldı! Ancak yemekler pek güzel, personel güler yüzlü ve canla başla çalışıyor. “Biz bize” çok hoş bir yolculuktu.

COCA COLA İLE NEFİS BİR FİNAL İZLEDİM

Dünya kupası, şimdi de Avrupa Kupası sponsorları final maçları için konuklu davetler örgütlerler.

İki yıl önce Dünya kupasını seyretmiştik. Bu defa da Avrupa kupasına gittik.

Coca Cola’nın yaklaşımı farklı. Adeta bir “finalciler grubu” oluşturdular. Gazete-TV yöneticileri, yazarlar ve iş adamlarından oluşan bir grup yapıyorlar. Birbirini tanıyan, iyi arkadaş olan isimlerin buluşup seyahat etmeleri de çok keyifli geçiyor.

Bizim grubun gözü şimdi 2006 Dünya Kupasında. Almanya’da oynanacak olan finale Türkiye kalırsa, işte o zaman tadına doyum olmayacak.

Hala 2002’deki Türkiye-Kore maçını konuşuyoruz. 2006’ya da hevesle hazırlanıyoruz.

GECEKONDU DÖNEMİ KAPANACAK MI?

Yeni Türk Ceza yasasının komisyon düzeyindeki çalışmalarını büyük bir heyecanla izliyorum. Adalet Bakanı Cemil Çiçek’e bravo. Arslanlar gibi mücadele ediyor ve tasarının yozlaşmasını engellemeye çalışıyor.

Beni en çok heyecanlandıran maddeler arasında “Gecekondulara karşı uygulamalar. İçkili araba kullananlara verilecek hapis cezaları ve töre cinayetlerine cezaların arttırılması” konuları var. Daha bir çok değinmek istediğim bölümler bulunuyor, ancak kişisel açıdan bunlar özellikle dikkatimi çekiyor.

Şimdiye kadar herkes gecekondular ile mücadele edilmesi gerektiğini söyler, ancak kimse harekete geçmezdi.

Mafya, kimi zaman devlete ait, kimi zaman tapulu arazileri parselleyip, başını sokacak yer arayan insanlara satar ve ortadan yok olur. Bu insanlar da, sizin benim olması gereken toprağın üstüne otururlar ve suç işlediklerini bilmelerine rağmen devlet malını sahiplenirler. Yetmiyormuş gibi, köydeki akraba ve arkadaşlarını da getirir, ek binalarla kanseri genişletirler.

Sonra da, belediyelerin kapısını çalıp “su, elektrik, yol ve telefon isteriz” demeye başlarlar. Ne kadar ilginçtir ki, sırf birkaç yüz oy kazanabilmek amacıyla, gecekonduları bırakın engellemeyi tüm ihtiyaçlarını karşılayarak tam yerleşmelerini sağlarlar.

İşte ilk defa musluğun belediye bölümü kesiliyor.

Artık gecekondu yapan ve yaptıranın yanısıra, yasa dışı inşaatlar, ruhsatsız yapılara su-elektrik bağlayan belediyeler de cezalandırılacak.

Tek kuşkum, yasanın uygulanıp uygulanamayacağı konusunda. Şimdiye kadar nice yasalar çıkarıldı, oysa bir süre sonra uygulanamadığı görüldü.

Bu yasayı Başbakan istemiş. Eğer o da uygulatamazsa yandık gitti demektir.

TÖRE CİNAYETİ VE SARHOŞLAR

Töre cinayetlerini “canım, bizim halkımızın inancı böyle. Namus anlayışı farklı. O zaman da kalkıp cinayet işliyorlar” mantığı ile uzun yıllar “anlayışla” karşıladık. Oysa açıkça cinayet işleniyor ve bizler de buna seyirci kalıyorduk.

Aynı durum, içkili araba kullanan caniler için geçerliydi. Adam küp gibi içer, başkasının ölümüne neden olur, ardından da sözde bir ceza alıp kurtulurdu.

Aslında, içkili araba kullanıp adam öldürünle, töre gerekçesiyle cinayet işleyen arasında hiç fark yoktur.

Umarım, bu taslak sulandırılmadan yasalaşır ve bu ayıplardan kurtuluruz...

YOLCULUK

“Yolculuk bir anı kitabı değil yalnızca, yazarlıktan fotoğrafçılığa, gazetecilikten iş adamlığına uzaman bir yaşam çizgisinin izdüşümlerini içeren özgün bir anlatı aynı zamanda” işte böyle anlatıyor Cüneyt Ayral, “Yolculuk” adını verdiği kitabını...

Cüneyt Ayral, bir zamanlar Türkiye’nin “Sütyen Kralı” idi. Kapımızı sıkça çalan ekonomik krizlerden birinde battı. Fransa’ya kaçtı. Sokaklarda ikizlere takke sattı. Parasını kaybettikten sonra kendini bulan Cüneyt Ayral’ın öyküsünü merak ediyorsanız kaçırmayın...( Elma yayınevi 0242 242 78 18- 0232 483 32 99)

Haberin Devamı

(Bu yazı, Posta Gazetesinde ve aynı gün Hürriyet Gazetesinin tüm dış yayınlarında, Hürriyet internet sitesinde (www.hurriyetim.com.tr) Milliyet internet sitesinde (www.milliyet.com.tr) ve Daily News ekibi tarafından tercüme edildikten sonra hem ana gazetede, hem de Daily News internet sitesinde (www.turkishdailynews.com.) yayınlanmaktadır.)

Yazarın Tüm Yazıları