PaylaÅŸ
Her şeye rağmen Ocak-Temmuz döneminde 33 bin 149 şirket kurulmuş, buna karşılık 5 bin 941 şirket de kapanmış. Yani her kurulan 5.5 şirkete karşılık 1 şirket ortadan kaybolmuş. Oran iyi gibi görünüyor. Ancak, Türkiye’deki son 7-8 yıllık rakamlar bu konuda ciddi mesajlar geldiğini, rekabetin keskinleştiğini, şirketlerin ayakta kalmasının zorlaştığını gösteriyor.
Girişimcilik geç başladı
Evet, Türkiye’de girişimcilik geç başladı. Daha 1960’ların ortasında Türkiye’de yılda 1000’in altında şirket kuruluyordu. Örneğin, 1964 yılında sadece 277 şirket kurulmuş. 1000 şirket sınırı 1965 yılında aşılmış. 1 yılda kurulan şirket sayısı açısından 10 bini aşmak için ise tam 20 yıl beklemişiz.
Böyle olunca Türkiye’de ciddi bir girişimcilik kültürü, rekabet ve her sektörde çok sayıda şirket oluşması gibi bir tablo ortaya çıkmamış. Şirketler, Batı’ya göre daha kolay ve uzun süre ayakta kalmayı başarmış. Şimdi ise tablo değişiyor, yerli ve yabancı yeni şirket girişleri, artan ithalat baskısı ‘uzun ömrü’ zorluyor.
Bunu rakamlar da açıkça ortaya koyuyor. 1960’larda ‘kapanan şirket kurulan şirket’ oranı yüzde 31’ler düzeyinde seyrediyordu. 1980’lerde, ‘girişimciliğin’ patladığı yıllarda oran geriledi, yüzde 5.7’ye düştü. 1990’larda ise çok daha aşağılara, yüzde 1.7’ye düştü. Örneğin 1990 yılında 19 bine yakın şirket kurulurken, kapanan sayısı 644’de kaldı.
Zor günlere doğru
2001 yılından sonra şirket kurma istatistiklerinde değişiklikler gözlenmeye başlandı. Birincisi, kurulan şirket sayısında düşüş oldu. 1990’ların sonunda 60 bini zorlayan rakamlar, sonraki yıllarda 30 binlerde kaldı. 2006 yılında tekrar 52 bini yakaladı, ancak 2007 yılında yeniden 48 bin 673’e düştü.
Bütün bunlar olurken, tarihte ilk defa kapan şirket sayısı 1 yılda 20 bini geçti. Üstelik 2006 ve 2007 yıllarında iki defa üst üste… Şimdi ilk 7 ayın rakamları düşük görünüyor. Ancak, geçen yıl da bu dönemde rakamlar düşüktü, son 5 ayda hızlanmış 20 binleri geçmişti. ‘kapanma/açılma’ oranı da bu rakamlar sonrasında yüzde 50’ler düzeyini yakalamıştı. Bakalım, bu zor yıl nasıl sonuçlanacak?
BÄ°R KELÄ°ME FÄ°YATI YÃœZDE 15 ARTIRIR MI?
Türkiye İhracatçılar Meclisi’nde (TİM) başkanlık için büyük bir yarış var. Oğuz Satıcı’nın aday olmayacağını açıklamasından sonra yarışa katılan aday sayısı 4’e yükseldi. Adnan Dalgakıran, Ali Kahyaoğlu, İsmail Gülle ve Mehmet Büyükekşi, 9 Eylül’deki seçimde kazanmak için yarışacaklarını açıkladılar.
Adaylardan Adnan Dalgakıran’dan projelerini dinledim. ‘kazanacağından’ çok emin görünüyor. Seçimlerden önce adaylar arasında ittifak olacağını, kendisinin yanı sıra 1 adayın kalacağına inanıyor.
Küçük atölyeden dünya şirketine
Kafasındaki ‘Yeni TİM’ projesini ayrıntılı olarak birkaç gün içinde açıklayacak. Basında ayrıntılı okuyacaksınız. O nedenle ben projeler yerine, çok anlamlı bulduğum bir konuyu paylaşmak istiyorum.
Önce kısa bir bilgi… Dalgakıran ve kardeşleri, 1980’lerde babalarından aldıkları küçük bir atölyeyi, dünya çapında bir işe dönüştürmüşler. Dalgakıran Kompresör’ün, Türkiye’deki fabrikalarının yanı sıra, 7 ülkede şirketi var. 45 ülkeye ihracat yapıyorlar. Ciroları 95 milyon doları aşmış. Üstelik bazı ülkelerde kendi markasıyla satış gerçekleştiriyor.
Hertz markasıyla gelen başarı
Dalgakıran, projeleri arasında ‘imaj’ ve ‘ülke değeri’ konularına dikkat çekti. ‘Ülke değeri artmadan, ürün değerimiz artmaz’ yaklaşımı üzerine durdu. Ardından da bir örnek verdi.
Ürünlerini 45 ülkede Dalgakıran markasıyla pazarlıyorlar. Bunun bir istisnasını ise Almanya oluşturuyor. Orada ‘pür’ Alman markasını, Hertz’i yaratmışlar. Duyan Alman markası sanıyor. Dalgakıran, ‘Bu sayede ürünlerimizi yüzde 15 daha pahalı satabiliyoruz. Kendi ismimizi kullansaydık, daha ucuz fiyat koyacaktık. Sonuçta Alman rakipler de Çinlilere yaptırıp, kendi markalarıyla satıyor. Biz de onları izledik’ diyor.
İşin sırrı ülke değeri ve markada… 5 harfin kökeni ürüne yüzde 15 değer katmış. Yüzde 1’lerin bile hayati olduğu günümüzde gerçekten çok önemli…
PART TIME İLETİŞİME SON VERMELİ
Bir şirket düşünün… 50’inci yılını geride bırakmış. Bu dönemde hiç iletişime, kendini anlatmaya ihtiyaç duymamış. Birden başına bir şey gelince, aklına da ‘iletişim’ geliyor.
Üstelik bu eğilim son yıllarda, özellikle halka arz, yabancı ortaklık ve artan rekabet nedeniyle iyice belirginleşti. Bir dönem yüzünüze bakmayan, ‘tanıtıma ihtiyacımız yok, biz tüketici şirketi değiliz’ diyen, ‘yurtdışında inşaat yaparız’ tezini savunan, ‘biz ihracata çalışırız’ havasında olanlar, sırası geldiğinde geçmişi unutuyor. İletişimin hakkını verenleri bir tarafa bırakıyorum. Bu tip şirketler birden ‘iletişim’ krizine yakalanıp, etkinlik, basın ziyareti, yurtdışı gezisi yağmuruna dönüşüyorlar. Sonra da yeniden ortadan kayboluyorlar.
Part time iletiÅŸim olmaz
20 yıldır gazetecilik yapıyorum. Bu dönemde hiç ortada görmediÄŸimiz, söyleÅŸi taleplerine bile yanıt vermeyenler, birden ‘tekliflerle’ karşınıza çıkabiliyorlar. ‘SöyleÅŸi yapalım’, ‘Yemek yiyelim’, ‘Bir araya gelelim’, ‘Gezimize katılın’…Â
‘Bayram değil, seyran değil. Eniştem niye’ diye düşünüyor, ardından yanıtı buluyorsunuz. Şirket halka açılmayı planlıyordur. Ya da yabancı ortak arayışındadır. Olmadı, yeni rakipler gelmiştir, pazarda sıkıntısı vardır. Yeni ürününü, projesini sunmayı düşünüyordur… Neden çok, ancak yaklaşım yanlış… Bu stratejiyi benimseyenlerin yüzüne söylediğim için, rahatlıkla yazıyorum. ‘Part time iletişim’ olmaz. ‘7/24 iletişim şart’… İhtiyaç halinde ortaya çıkıp, sonradan kaybolmak, parayı sokağa atmaktan başka bir şey değil.
PaylaÅŸ