Paylaş
Gazeteleri okuyorum, televizyonları izliyorum, radyoları dinliyorum, elbette kesmiyor.
İstihbarat servisindeki dedikodulara kulak misafiri oluyorum...
Yakalanan sahiden Apo mu? İade edilecek mi?
Fatih Altaylı'nın sevimli çağrışımıyla, Massimo D'Alema, cidden ‘‘Maksimum Dallama’’ mı?
Apo'nun iade edilmeyeceği anlaşıldı. Noolacak şimdi?
* * *
Gensoru problemlerimiz var.
Hükümeti düşürelim mi?
Düşürürlerse, kendilerinden biri hükümet kuracak...
O ne yapacak?
Apo'yu o da geri alamayacak...
Bırak, mevcut hükümetin elinde patlasın...
* * *
İsmet Sezgin ağabeyimizle İsmail Cem dostumuz Roma'ya uçtu.
‘‘Baba’’ da Viyana'ya, vals etmeye gitti.
Ünlü filozoflarımızdan Sakallı Celal'in dediği gibi, ‘‘Devamlı doğuya giden bir geminin güvertesinde, batıya koşup batıya gittiğini zanneden safoşlar her zaman bulunur...’’
* * *
Kristof Kolomb, devamlı batıya giderek doğuya varacağını zanneden, pusulasını şaşırmış kerizin biriydi.
Küba'da karaya oturdu. Kendisini Hindistan'da sandı.
Neyse, cici annesi İsabella ve cici babası Fernando durumu idare ettiler.
* * *
Anamız, bacımız, babamız kim? Çok ciddi bir soru...
Ünlü ses sanatçımız Emrah'a babalık davası açan kızımız, ‘‘pey akçesi’’ olarak Adli Tıp'a yatırılacak paranın bir bölümünü denkleştirmiş, çokcasını bulamamış... Doku testi, kan testi tamam, DNA testi eksik...
Konfiçyus'un lafı geliyor aklıma...
‘‘Herkes anasını bilir, babasını bilebilene ‘bilge' denir...’’
* * *
Anadolu’nun Celali İsyanları döneminden kalma bir özdeyişi çınlıyor kulaklarımda... ‘‘Baba baba dedik, ayaklarına kapandık, hâk-i pâyine yüz sürdük. Baba iki iş yapar. Çocuklarını himaye eder, annelerini becerir...’’
* * *
Babaya fazla güvenmeyen bir kültürden geldiğimiz muhakkak...
Peki, bizi dokuz ay birkaç küsur gün karnında taşıyan annelerimize güvenimiz var mı?
Başka özdeyişlerimiz var.
‘‘Anneler yarım yer, yarımşardan beş yer...’’
Çocuklarının boğazından kesen annenin, çocuklarından fazla yediğine, anneye güvensizliğe karinedir bu...
* * *
Çocuklar ne yapsın? Baban belirsiz, anan seni satıyor.
Leyleklere güvenecek elbette...
Peki, niye ‘‘leylek’’ de başkası değil?
İsa'dan çok önceki İskandinav hayvanbilimcilerine (zoolog) ve doğacılara (naturalist) bakıyorum.
Yetmiş yıl yaşarmış dişi leylekler... Popoları sıcak kalsın diye, her yıl aynı bacaya döner, yuvasını kurarmış... Alışmamış popoda don durmadığı için, tünedikleri baca aynıymış... Yaşlılarını korurlarmış... Yumurtalar bacadan aşağıya salınırken, el-ayaktan kesilmiş ihtiyar leyleklere kol-kanat gerilirmiş... ‘‘Evimiz amma da kalabalıklaştı!’’ diye serzenen yavru leyleklere, ‘‘Kardeş geldi!’’ denirmiş...
Yavru leylekler, genç leylekler, moruk leylekler, herkes rahat...
Roma'nın Lex Ciconaria'sı var. ‘‘Leyleklerin Kanunu’’...
Özetini vereyim. ‘‘Leylekler insana benzemez. Yavrularını korumayı, yaşlılarını sevmeyi büyüklerinden öğrenirler. Olur olmaz eşleşmezler, monogramdırlar. Birini kurtarmak için öbürünü satmazlar...’’
Bir lâf da ben edeyim...
Leylekten al haberi!
Paylaş