Paylaş
Girmeye çalıştığımız Avrupa'dan Medeni Kanun'u aldık. Özbeöz İsviçre mamûlüdür... Oysa, şimdi beğenmiyoruz... Ne de olsa, boynuz kulağı geçer.
Girmeye çalıştığımız Avrupa'dan Türk Ceza Kanunu'nu aldık. Özbeöz Mussolini İtalyası'nın hilkat garibesidir. Neredeyse 70 yıldır uyguluyoruz, beğenmez olduk... Neyse, aslını inkár eden námerttir.
Girmeye çalıştığımız Avrupa'dan ‘‘yerinde infaz-toplu mezar’’ uygulamasını ithal ettik... ‘‘Derince kazın kuyusun/İnim inim inlesin’’ nağmeleri eşliğinde, otantik kültürümüze asimile ettik.
Kimden geldi? Nüfusunun yüzde 36'ya yakını ‘‘etnik’’ olan Almanya'dan...
Peki, ne kaldı geriye? Avrupa'ya girmek, Avrupalı olmak için, Avrupa'dan başka daha ne ‘‘belá ve musibet’’ alalım?
* * *
Hafta sonunda ‘‘Yerel Yönetimler Reformu’’ yapmaya hazırlandığımızı, bu konuda üç ön komisyon kurulduğunu öğrendim.
Avrupalı olacakmışız böylecene...
Hafızam çok gerilere gitti. SBF'de ‘‘mahalli idarelerin yapısı ve reorganizasyonu’’ derslerini anlattığım günlere... 20 sene önce öğrenciye dağıttığım ve kerhen okunan ders notlarına baktım.
* * *
Türkiye'de idari reform çalışmaları 1848 yılında başladı.
Devam ediyor. Türkiye'nin idari yapısı 1849 tarihli Viláyat Nizamnamesi'nde neyse, 150 yıl sonra aynıdır.
O tarih sürecinde, idareyi reorganize etmek için, tastamam 167 komisyon kuruldu, çalıştı, dağıldı. Hazırladıkları raporlar, Báb-ı Áli arşivlerindedir. Yüz yirmi iki metrekarelik bir depoda durur.
* * *
İngiltere değişiktir. Çok köklü bir feodal geleneği vardır.
Ziyarete gelen devlet büyüklerine ‘‘kentin altın anahtarını verme’’ alışkanlığı onlardan gelmedir. Belediye başkanı kentin en büyüğüdür, seçilmiştir, merkezi hükümetten gelen birine anahtar veriliyorsa, demokratik mesajı açıktır.
‘‘Al şu anahtarı, bu kıyağımı unutma... Buraya ancak benim ve beni seçenlerin izniyle girebilirsin...’’
* * *
İngiliz usûl ve esaslarına göre, mahalli yönetimlere, belediyelere yetki verecekmişiz... Yok yaaavvvv!
Türkiye'de idarenin reorganizasyonuna sevdalı ilk ‘‘büyük Türk büyüğü’’ Mustafa Reşit Paşa'ydı. Coğrafya bilgisi iyiydi, İngiltere'ye değil, Fransa'ya gitti. Görgü-bilgisini artırdı, Tanzimat Fermanı'nı çıkarttı.
Türkiye'nin hem ortasına hem sofrasına bomba düştü.
Yıl 1839... ‘‘Can ve mal güvenliği’’ dedi.
Hangi can güvenliği, hangi mal güvenliği? Allah'ın verdiği canı padişah alıyordu (yerinde infaz), mal-mülk sistemi zaten miriydi. Tutmadı.
İkinci reforma gelindi. ‘‘‘Mönü’’ değişti. Güzelim kuzu kapamalar, tandırlar gitmiş, yerine ‘‘mayonezli levrek’’ gelmişti.
Niye? Büyük Reşit Paşa, Fransa’da yemeğe davetliydi. Sofraya 'balık' benzeri bişiler geldi. Yumurtanın sarısı, zeytinyağı-limon karışımı bulamacın vardı üstünde... Ne olduğunu sordu. ‘Mayonez’’ dediler. Türkiye'ye döndü, mayoneze bulanacak balık aradı. En lezzetsiz balığımız levrekte karar kıldı.
Tutmadı. Kırmızı-beyaz etin lezzetsiz olduğu yerlere özgüdür ‘‘sos’’...
* * *
Reşit Paşa'nın 1838 yılında Türkiye'ye getirdiği sádece bir şey tuttu.
Bonapartist devlet anlayışı...
Fransa köylüdür. Türkiye de köylüdür.
Engels'in dediği gibi, ‘‘Köylü patatese benzer... Bir patates, öbür patatese benzemez. Köylülükse patates çuvalı gibidir. Bir çuval patatesin tek ortak özelliği, konuldukları çuvaldır...’’
Marx'ın daha da dediği gibi, ‘‘Köylü tabiatın kölesidir. Gökten yağmur-bereket yağdıracak yüce bir kudreti arar. Onlar için hükümdar, hem anadır, hem baba... Kuvvetliden yana olur...’’
Fransa'da küçük üretici hákimdi. Sayısal olarak... Türkiye'de de durum aynıydı. Bir tek o tuttu. Fransa'ya tıpatıp benzediğimiz için...
‘‘Anglo-Sakson rüyası’’ peşinde olmayalım...
Bizi ‘‘Bonapartist karabasan’’ keser...
Paylaş