Paylaş
Çay içinde dürme taş
Gönlüm huri gözüm yaş
Aklım baştan aldın
Orta boylu kalem kaş
Bir cumhuriyettir
İki cumhuriyettir
Üç cumhuriyettir
Dört cumhuriyettir
Ondört cumhuriyettir
Bana bir bade ittir
Bu ne güzel cumhuriyettir
Na ninna!
(İbrahim Tatlıses, 1986)
Türkiye'nin kendisini yenilemesine imkán-ihtimal yok... Bir mum mu, on dört cumhuriyet mi, kapıldık gidiyoruz bahtımızın rüzgárına...
İstanbul Ankara'yı sevmez... Ankara İstanbul'u záten bilmez...
İstanbul záten Alláh'ından bulmuş...
Bursa'nın Ulubat köyünden katır-eşek sırtında İstanbul'u teşrif eden Hasan Efendi'nin İstanbul'u fethetmesi, Bizans'ın yüzkarasıdır.
Bunlar Bizans imparatorluğuysa, ben de şimendiferim...
* * *
Arada sırada ‘‘nostalji’’ yaptığıma bakmayın...
‘‘Neo-Osmanlı’’ değilim...
Tam aksine, paşa dedemin, taburunu, ninemi, iki oğlunu peşine takıp Bursa'dan Ankara'ya intikal ettiğinden beri genetik cumhuriyetçiyim...
Osmanlı'yı pek öyle sevdiğim söylenemez...
Kılıcı kınında durmak bilmeyen kavimlerin, salt talana, yani başkalarının emeklerinin gaspına dayanan ekonomilerin, insanların canlarını, mallarını yedi yüz yıl süreyle bir adamın iki dudağının arasına emanet eden rejimlerin sevilecek nesi var?
İçim çekmez, gönlüm gitmez...
Ama, sürgünlüğü arkadaşlarımdan, mapusluğu kendimden bildiğim, tanıdığım için, sırf ‘‘prensip meselesi’’ diye, devlet yönetmiş, ihaneti görülmemiş bir ailenin kadınlarını vapura, erkeklerini trene koyup sürgüne gönderen bir kafa yapısına da aklım ermez... Eren varsa, beri gelsin...
* * *
Neyse, son zamanlarda iyice kızışan ‘‘affola ikinci cumhuriyet’’ tartışmalarına karşı tarafsız tavrımı böylece koyduktan sonra, Murat Bardakçı kardeşimizi içten kutlamak istiyorum.
Altı yıl önce yazdıydı.
Saltanatın ömrü vefa etseydi, ‘‘son padişah’’ olacak olan Şehzade-i civanbaht necábetlû devletlû Mehmet Orhan Efendi hazretlerini kolundan tuttu, trenle gönderildiği Paris'ten uçakla geri getirdi. ‘‘Gazetecilik’’ açısından çok iyi iş yaptı, ama, biraz zamanlama hatası oldu.
Adamcağız, daha doğru-dürüst hasret gideremeden, neo-Osmanlılar, ikinci cumhuriyetçiler ve kuvva-i milliyeciler arasındaki kavganın ortalık yerinde buldu kendini... Yine neyse, uzun zamandır kaşınıyordum, şu ‘‘ikinci cumhuriyet’’ çorbasında az-biraz benim de tuzumun olmasına fırsat doğdu.
* * *
Efendim, cumhuriyetleri numeratöre bağlamak Fransız icadıdır.
Yabancı markalara düşkünlüğümüz bilinir, özellikle Osmanlı döneminde epeyce şeyimizi Fransa'dan getirtmiştik.
Meselá mayonezli balık... Tanzimat Fermanı'nın ilanından az evvel Fransa'ya gitmişti Mustafa Reşit Paşa... Sofraya yumurta-zeytinyağı-hardal karışımına bulanmış balık çıkardılar, korkarak baktı, ‘‘Üstündeki ne?’’ diye sordu. ‘‘Mayonez’’ dediler. ‘‘Garplılaşmanın yolu herhalde bu...’’ diye düşündü, dönünce herkese yedirmeye kalktı, kimse yemedi, yutmadı.
Meselá, can-mal güvenliği... Mustafa Reşit Paşa'nın özel emriyle, o da Fransa'dan ithal edildi. Ama, sadrazamların bile mallarını, canlarını padişahın keyfine teslim eden, padişah kardeşlerinin katlini vacip kılan kafa yapısında olduğumuz için, o da tutmadı, bünye kustu.
* * *
İçine sindirmezsin, sindiremezsin elbette...
Jakobenizm, bonapartizm, aynı siyasetin varyasyonlarıdır.
Kendimize dönsek iyi olacak...
Paylaş