BEŞİKTAŞ'ın, Elazığ'da yaşayacağı sıkıntıları maç öncesi kolaylıkla hissedebiliyordum. Ve düşmemek için çırpınan bir rakibin Beşiktaş'a çıkartacağı zorlukları da biliyordum...
Maçın başlamasıyla birlikte bir yığın sorular herkes gibi benim de aklımı kurcalamaya başladı...
Beşiktaş, bu kritik güne moral ve fizik açıdan hazır mıydı? En azından, 3 puanı yakalayacak kazanma hırsına sahip miydi?
İlk 45 dakikalık bölümde, Beşiktaş'ta yukarıda sıraladığım değerlerin hiçbirini göremedim.
Yine ilk yarıda, Beşiktaş'ın temposu rakibi sindirecek ve egemenliğini kabul ettirecek düzeyde miydi?
Kesinlikle değildi... 45 dakikada tek pozisyon üretemeyen, tribündeki bir avuç seyircisini coşkusuz ve heyecansız bir oyun izlemeye zorlayan Beşiktaş'ı herkes gibi anlamakta zorlanıyordum.
Peki, Beşiktaş'ı bu uyuşuk temposundan kurtaracak... Ya da maçı kopartacak ve bir kükreyişi gerçekleştirecek bir futbolcu yok muydu?
Israrla sağa sola bakındım. Böyle birini göremedim... Ne Sergen, ne Ahmet Dursun ne de Pancu...
Giunti'nin, Tayfur'un, Kaan Dobra'nın ve İbrahim'in Beşiktaş'a hiçbir yarar getirmeyen etkisiz koşuşmalarını gülümseyerek izledim.
Ve geçiyorum oyunun ikinci yarısına... Lucescu'nun, Pancu'yu kenara alıp Tümer'i oyuna sürmesi neler değiştirdi?
Öncelikle Beşiktaş'ın rakip kaleye gidişini ve tempoyu çabuklaştırdı... Üstelik Sergen'in işini kolaylaştırdı. Yine de eski Sergen'i geri getiremedi...
Beşiktaş'ın, ikinci yarıda oyuna sarılışı, skoru zorlayışı ilk yarıya oranla daha gerçekçiydi. Geç de olsa, maçı koparmak için bir silkinişin gereğine inanmışlardı. İlk yarıda dökülenlerin her biri (Tayfur, İbrahim, Giunti, A. Dursun) kazanmak için farklı bir çaba gösteriyorlardı. Yoksa, şampiyonluk umutları bir sabun gibi kayıp gidebilirdi.
Beşiktaş'ta Zago hatasız ve başarılı bir 90 dakika tamamladı. Ve bir de gol atarak Beşiktaş'ı kurtardı. Oyunun tartışmasız kahramanıydı Zago.
Diğer kahraman mı? Hiçbir yanlış düdük çalmayan ve oyunun seyrine keyif getiren Serdar Tatlı’ydı.