Savaş muhabiri değilim

ELİNDEKİ kocaman parke taşını atlı polisin üzerine doğru savurdu ve kaçmaya başladı. Yanındaki arkadaşı arkasından seslendi...

Iskaladın ulan!

Sonra o şansını denedi. Taşı polise değil, atın bedenine hedefledi ve savurdu... Sonra bir kahkaha atarak o da kaçmaya başladı.

At dizlerinin üzerine çöktü. Polis atın üzerinden kaydı ve düştü!

İki arkadaş yanyana sevinç çığlıkları atarken, kısa boylu ve saçları jöleli gencin kafasında bir Cop patladı.

Jöleli bitirim havada bir kavis çizerek, yüzükoyun yere kapaklandı. Ve copu indiren emniyet görevlisinin sesindeki ürpertici nefret hala kulaklarımda çınlıyor...

Geber pezevenk!

Ve böyle bir manzaranın şoku ile arabama doğru koşarken, bir başka facianın kucağına düşüyordum.

Bir polis belki de birkaç dakika önce çatıştığı bir fanatiği kucağında ambulansa taşıyordu!

Yanında, yaralı fanatiğin arkadaşları da vardı. Onlar da polise yardım ediyorlardı. Ve birlikte bir gencin yaşamı için gönül birliği yapıyorlardı.

Niye buradayım? Ben savaş muhabiri değilim ki.

Bir el kolumdan yakalayıp, kendine doğru çekti. Şoför arkadaşım... Göz göze geldik. Beni arabaya doğru sürüklemeye çalışıyordu.

Ve yanımdan koşar adımlarla geçen bir emniyet görevlisinin telsiz anonsundan yükselen parazitli ses hala kulaklarımı tırmalıyor...

Amirim, bizden de yaralı var!

* * *


BİRAZ sonra ürpertici bir patlama ile irkildim. Polisin kullandığı pompalı tüfeğin sesi ve çıkardığı gaz, Başkent’in üzerine bir kara bulut gibi çöküyordu.

Sağa sola kaçışan gözü dönmüş fanatikler. Bir anlık şoktan sonra yine bir ağaçın çevresinde birleşiyorlardı.

Ve sanki yeni bir hücum düzeni alıyorlardı. 40 yıllık savaşçılar gibi!

Şoför arkadaşım hemen gazladı. Yol açmak için bastığı klaksona, cankurtaranların siren sesleri de karışıyordu.

Yanımdan panzerler geçiyordu. Kaldırımlarda yaralarını saran bitkin yüzler... Birkaç metre gidiyoruz. Sonra trafiğin açılmasını bekliyoruz.

Su satan bir çocuğun yanında iki kişi gözüme çarptı.. Bir baba elinden tutup maça getirdiği yedi sekiz yaşlarındaki oğlunun dizindeki kanları siliyordu.

Sonra birlikte yürümeye başladılar. Çocuk biraz topallıyordu. Ayaklarına baktım... Birinde siyah bir bot. Diğerinde sadece bir çorap...

Pabuçun tekini savaş alanında bırakmış!

* * *

YİNE
kendime sordum... Niye buradayım. Ben savaş muhabiri değilim ki!

Havaalanına doğru yol alırken, yeni bir manzara ile burun buruna geldim. Arabamız yine trafiğe takıldı. Ve iki genç kaldırımın kenarına oturmuş, sigara hazırlıyorlardı...

Sigara hazırlanmaz ki... Açarsın paketi, içersin... Herhalde başka bir şey yapıyorlardı. Üstleri başları perişan bir halde. Hiç şüphem yok. Onlar da biraz önce savaşın içindeydi...

Şimdi dumanlı bir dünyada kafa buluyorlar!

Belki biraz sonra yine cepheye dönecekler. Hem de dumanlı bir kafa ile. Ne canlar yanacak...

Trafik açıldı, havaalanına doğru süratle yol alıyoruz. Artık havaalanındayım. İçeriye girmeden bir sigara içmek için kuytu bir köşeye çekildim. Bir yolcu yanıma yaklaştı.

Niyetini biliyorum. Bana maçı soracak. Sonra yorumunu yapacak. Ve sordu...

Nasıl geçti maç?

Yanıtım hazır. Dilimin ucuna geliyor ama yutkunuyorum.

Ben spor yazarı değilim ki, savaş muhabiriyim. Niye bana soruyorsun?

* * *


SEVGİLİ okurlar hafta sonu Ankaragücü-Beşiktaş maçındaydım. Ve Başkent’te bunları yaşadım. Dünkü gazetelerde Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Sayın Mehmet Ali Şahin’in bir demeci vardı. Diyordu ki...

Mevcut cezaları artırıcı yeni düzenlemeler yapacağız.

Ankaragücü Başkanı Sayın Cemal Aydın ise, şöyle bir yanıtla konuya yaklaşıyordu...

Cezayı artırmak yerine bunları uygulayacak kişileri bulmak gerek.

Dilerim, Sayın Bakan ile Sayın Başkan önce bu konuda anlaşır. Ve birlikte tribün anarşisini statlardan kovarlar.

Sahi, ben savaş muhabiri değilim ki. Neden karışıyorum bu işlere.

Öyle değil mi?
Yazarın Tüm Yazıları