1990’lı yıllarda “Türkiye’de kimin konserini görmek istersiniz?” şeklinde bir anket yapılsaydı, sanırım, hatta eminim U2 birinci sırada çıkardı. U2 şimdi geliyor ve tartışma şu: “U2 iyi midir, kötü müdür?” Kısa bie cevap olarak “Ohaçüşyuha!” da denebilir fakat durumu biraz detaylandırmalı
U2’yi 1980’lerin ortalarından itibaren kimi zaman yaklaşarak, kimi zaman uzaklaşarak da olsa takip etmiş; biri 2001’de (Dublin, Slane Castle) biri 2009’da (Zagreb) olmak üzere iki kez canlı izleme şansını yakalamış bir tipim! Yaptıkları her albümü dinledim. Kabaca üç dönemleri olduğunu düşünenlere katılırım: 1) ERKEN DÖNEM: 1980’deki ilk albüm ‘Boy’la başlayan, sırasıyla ‘October’, ‘War’ ve aslında bir sonraki döneme eklenmesine de itiraz etmeyeceğim ‘The Unforgettable Fire’ı da içeren dönem. 2) EN BÜYÜK ROCK GRUBU: İfade bana değil, topluluğu kapağa taşıyan Time’a ait. 1987’deki ‘Joshua Tree’, 1988’deki ‘Rattle and Hum’ ve 1991’deki ‘Achtung Baby’ albümleri, U2’yi o yıllarda var olan en büyük rock topluluğu haline getirdi. On milyonlarca albüm sattılar, dünyanın her köşesinde stadyumları doldurdular. Sahneden ülkelerin devlet başkanlarını, Vatikan’ı arayıp Papa’yla kafa bulacak güce ulaştılar. 3) MİRASA ABANMA DÖNEMİ: 1993’teki ‘Zooropa’yla başlayan yeni ses arayışları U2’ye duyulan güven ve sevginin ‘sarsılmaz’ olmadığını gösterdi. 2009’da çıkan ‘No Line On The Horizon’a kadar geçen süreç için subjektif bir değerlendirme yapmam gerekirse, sadece 2001’de çıkardıkları ‘All That You Can’t Leave Behind’ı beğendim.
U2 ÖNEMSENMELİ ÇÜNKÜ...
Peki U2’yi niye sevmeliyiz? Pardon, sevmek gerekmiyor, düzelteyim: Niye U2 konserini önemsemeliyiz? 1) U2, 1977’de Dublin’de elemanlar lise yıllarındayken kuruldu. İlk adları Feedback idi, sonra Hype’ı denediler, 1978’de U2 adını aldılar. O gün bugün ne arttılar, ne eksildiler. 33 yıl boyunca kadrosunu hiç ama hiç değiştirmemiş ve faaliyete ara vermemiş bir rock grubu daha yoktur herhalde. 2) Bono’nun özellikle 11 Eylül sonrası ‘atlangaç’ politik tavrı, liderperver tutumları eleştirilebilir. Hatta açılın ilk taşı ben atayım! Fakat bu ‘uyuz olma hali’ bugüne kadar yaptıkları önemli ve dengeli politik hamlelerin hakkını yememizi gerektirmez. Her şey bir yana, fakir ülkelerin borçlarının silinmesine yönelik Jubilee 2000 (Drop The Debt) kampanyasındaki çabası ve emekleri unutulmaz Bono’nun. 3) Hali hazırda ‘paranın satın alabileceği en iyi rock konseri bileti’ onların. 360 Turnesi’nde her şey konsere gelenlerin aklını başından almak, 2-3 saatliğine başka alemlere götürmek, hisler ve ‘hit’ler diyarına sürüklemek için kurgulanmış. Sadece sahneye bile bir modern sanat eseri olarak bakmak mümkün. 4) 2001’deki Slane Castle konserlerinde daha mutlu olmuştum ama bu 2009’daki Zagreb deneyimimin kötü olduğu manasına gelmez. Sadece eski/sevdiğimiz şarkılardan zaman çalıp, yeni/pek sevmediğimiz şarkılara veriyor. Yine de çalmaya başladıklarında “Aaaaah, ah! Yürü be Bono” diyeceğiniz şarkılar cephanelikte bolca bulunmakta: ‘One’, ‘With Or Without You’, ‘Where The Streets Have No Name’, hatta şanslıysanız ‘Sunday Bloody Sunday’. 5) U2 kalibresinde gruplar artık çıkmıyor, büyük ihtimal çıkmayacak da. Bir yanıyla ünik, bir yanıyla ‘büyük grup’ geleneğinin son örneği. U2 konserini küçümsemek gereksiz bir iş. Fırsat yaratabilen gitmeli ve popüler müzik tarihinde sonsuza kadar adından söz ettirecek olmayı garantilemiş bu müthiş ekibi canlı izlemeli. Tarihe tanıklık etmek olarak bakın hadiseye. Gerisi boş laftır.
Twitter’ın faydaları
Zaman hafızayı ters köşeye yatırıyor; bu durum hepimiz için geçerli. Sözlerinden emin olduğunuz bir şarkı bambaşka çıkabiliyor, hafızanıza nakşettiğinizi düşündüğünüz bir cadde ve ara sokaklarında “Neredeydi bu adres yahu?” şeklinde dolanır vaziyette bulabiliyorsunuz kendinizi. Uzatmayayım, varacağım nokta bir kitap, bir yazar, bir hikaye. Okuduğumda genceciktim ‘Kuznetsov’a Yolculuk’u. Ama hikayenin adı bu değilmiş! Hafızama kalırsa hikaye Jerzy Kosinski’ye aitti. Ama hikayenin onunla alakası yokmuş. Neyse ki hikayenin konusu tam hatırladığım gibi çıktı! Çok sevdiğim hikayeyi başka bir adla ve başka bir yazarla da olsa yıllarca hatırladım, severek anlattım. Bir tren kompartımanı. Altı yolcu. Beşi konuşuyor. Biri susuyor. Konuşması için zorluyorlar, fiziksel şiddet uygulamaya başlıyorlar. Adamımız (Saturne Lamiel) susmaya devam ediyor. Tren hedefine vardığında işkenceden tükenmiş adam sadece bir cümle kuruyor... O cümleyi söyleyip hikayeyi berbat etmeyeceğim elbette. Kafamı yıllardır kurcalayan bu hikayeyi bulabilmek için twitter ahalisinden yardım istedim. Yazarı ve hikayenin adını yanlış hatırlama ihtimalimin yüksek olduğunu belirttim ama kaba hatlarıyla konuyu aktardım. Ve iyi kalpli bir twitter kullanıcısı ipucunu verdi: “Boris Vian’ın öyle bir hikayesi yok muydu?..” Bu cevaptan sonra hafıza dolabı paldır küldür boşaldı üstüme. Kitabın adı: Bir Kara Kedi İçin Blues. Hikayenin adı: Khonostrov’a Yolculuk. Yazarın Adı: Boris Vian. Çevirenin adı: Sami Altındağ. Siyah kapaklı, 1985 baskısı, Stüdyo İmge yayını kitap gözümün önüne geldi hemencecik. Sahaflarda küçük bir tur... Şanslıyım, buldum! Hikaye aynen hatırladığım gibi. O harika cümleyle bitiyor. Twitter’ın böyle faydaları da bulunuyor. Hafızaların kolektif gücü adına!