Mikro ölçekli tatil planımın ancak nano teknolojiyle ölçülebilecek miniklikteki "şirin Ege kasabasında birkaç huzurlu gün" kısmını bitirdikten sonra İstanbul’a döndüm.
Her zaman olduğu gibi "Oh, ev! Camlar fora... Ev havalansın, çanta şöylece bir kenara bırakılsın, üst baş çıkarılıp atılsın..." şeklinde bir tatil dönüşü eve giriş töreni düzenledim.
Bünye İstanbul’da fakat tatil devam ediyor. "Tatilimin bir kısmını evde geçirdim" desem, sendikalar "Çalışma hayatının bir bölümü de evde geçmiyor mu zaten sırma saç!" diyerek isyan eder.
Ben de madem boş vakit biriktirmişim, tatilde faydalı işlerle uğraşayım dedim ve asırlardır ertelediğim kablosuz internet bağlantısı için ikili temaslarda bulunmaya karar vererek yola çıktım.
"Usta Telekom nerede?" tarzında, vatandaşa dayalı adres sorma sistemiyle Karaköy’deki mavi binayı buldum.
Her Türk gibi kimlik fotokopisi olmadan iş yapamayacağımı biliyorum. Fakat "Nasıl olsa orada vardır" rahatlığı da var.
Baktım hemen karşıda dev gibi fotokopi yazıyor. Fakat minicik mekana fotokopiciden çok bir köfteci havası hakim. İçeride oturan ustaya "Fotokopi?!" diyorum.
Usta kimliğimi alıp, daracık merdivenden asma kata çıkıyor.
Hava sıcak, dükkan küçük ve ızgarayı da yeni harlamış usta. Köfte güzel kokuyor kokmasına da sıcak insana "Pişirmeden de yerim, yeter ki ızgara bi sakinleşsin..." dedirtiyor.
Bu arada normal fotokopi bekleme süresini geçtik ses yok. "Usta taş baskı yapıyor, özendi herhalde" diyorum kendi kendime.
*
Esas paniğim dükkana birinin girip köfte veya daha kötüsü böbrek istemesi.
Asma kattan "zıbıııııığn-iyüüüüp... yüüüüüp-zıbınfırşt!" şeklinde fotokopisel sesler gelmiyor. "Usta benim bi kimlik vardı?.." diye seslenmek de ayıp olur.
Gözüm biber turşularına takılıyor. Bu sıcakta 4-5 tane ağzına atsan herhalde rengin döner, kızarmaz bronzlaşırsın gibi saçma düşüncelerle uğraşıyorum.
Usta elinde kimliğim ve fotokopiyle geliyor. Biraz koyu çekmiş, kötü makyajla sahneye çıkmış Othello gibi duruyorum fakat afiş yaptırmayacağız, Telekom’a vereceğiz.
*
Telekom’da işimi tamamladıktan sonra Karaköy’de şuursuz insan turuna çıktım. Önce bir dürbüncü tezgahına takıldım. Tezgahtaki eleman "Gece görüş de var abi" dedi. "Röntgenciye benzer bir halim mi var?" dedim. "Yok hani avcılar filan da alıyor" dedi. "Ben gece televizyona bakıyorum, ava da karşıyım" dedim.
Bir sonraki tezgahta görür görmez vurulduğum fakat ne işe yaradığını ilk etapta anlayamadığım bir obje çıktı karşıma.
Ucunda kıskaçlar bulunan iki kol ve bir adet büyüteçten oluşan gizemli aleti incelemeye başladım.
Tim Burton’un, Svankmajer’in veya Guy Maddin’in filmlerinden bir dekor parçası gibi tuhaf ve güzel. Meğer maket işleriyle uğraşanlar kullanıyormuş. Çin malı bir cisim!
Satıcıyla minik bir pazarlık yapıp üç tanesine 25 YTL verdim. Eleman 30 istiyordu, pazarlığın sıkılığını siz tahmin edin...
Biraz sonra teneke kutu -seviyorum onları-, saç lastiği -iyisi bulunmuyor, bulunca da kayboluyor-, kurşun kalem -4B seviyorum-, kontrol kalemi gibi şeyler aldım.
Kontrol kalemiyle ilgili manasız bir tespit de yapayım. Alıp eve gelince bütün prizlere soktum. Bu sırada da "Kontrol kalemini kontrol ettiğimi" fark ettim. Saçma geldi bir an, neyse...
*
Tünel marifetiyle İstiklal Caddesi’ne bağlandıktan sonra da ataklarım sürdü. "Yumurcak Faka Basmaz", "Ölüm Film Çekiyor" ve "Kendini Arayan Adam" filmlerinin -eski Türk filmleri- şahane fuaye kartlarını buldum.
Sahaflardan Günaydın Gazetesi’nin, zamanında "50 Pay Kuponu" karşılığında verdiği "Canlılar Dünyası" adlı güzel kitabı aldım.
Kahve yardımı için ara sıra uğradığım bir yere sığındım. En sevdiğim şeyi, aldıklarımı karıştırma işini yapıyorum.
Garson arkadaş geldi, maket zamazingosuna şöyle bir baktı ve "Bu ne abi ya?" dedi.
Durdum ve "Ben de anlamak için aldım" dedim.
"Her neyse... Hoş geldin abi, kahveyi süper sade yapıyorum... Tatil nasıl geçti?" dedi.
"İyi" dedim elimi çantaya daldırırken ve devam ettim: "Çalıştığından şüphe ettiğin priz var mı dükkanda?.."
Tatil bitti, ben döndüm.
Bobo’yu Fenerliyle fotoğraf çektirmeyecek hale getirmek
Lig tatildeyken de futbolla bağımız kopmadı Copa America ve çeşitli genç takım turnuvaları sayesinde. Tenis, bisiklet, atletizm derken sayılı gün geçiyor zaten.
Lig başlayana kadar futbolla ilgili yazmayarak, kendimi nadasa bırakıyorum. Fakat, az önce Lig TV haber bülteninde gördüğüm küçük bir an tadımı kaçırdı.
Beşiktaş hazırlık maçını bitirmiş, gurbetçiler sevdikleri futbolcularla hatıra fotoğrafı çektirme yarışında.
O sıcakta maç yaptıktan sonra, kitlenin tsunami kıvamındaki ilgisi sıkıcı olmalı. Bobo sabırla fotoğraf çektiriyor. Yanında bir de Fenerbahçe formalı genç var.
Bobo, Fenerli gurbetçiyi hafifçe ittirerek fotoğraf çektirmek istemiyor. Bobo, Avrupa’daki Türklerin "takımlar üstü" bir sevgi beslediklerini ayırt edecek kadar futbol camiasına hakim olamaz.
"Aman dostluk, canım fair play" tarzı samimiyeti tartışılan yaklaşımların ne kadar kof olduğunu gösteren basit bir örnek. Bobo’yu eleştirmiyorum. Yaptığı yanlış, bunu kendi de bilebilecek yaşta.
Fakat asıl düşündürücü olan Bobo’yu o duruma getiren ve orada bırakan hasta fanatik zihniyet.