Berlin’in bütün fırınlarının kapakları düşmüş, oradan yayılan insafsız sıcak da gelip beni bulmuş sanki; öyle bir sıcak var.
Formalar, bayraklar sallanıyor; Arapça, Portekizce, Almanca, İspanyolca, İsveççe yapılan tezahüratlar belli bir noktadan sonra insanı (Benim gibi futbolu çok seven birini bile hatta) yorabiliyor.
Ama insanı asıl bitiren şey sıcak...
Berlin, Türkiye dışında en iyi bildiğim şehir değil fakat daha önce bir kez gelmişliğim var rahmetli Tuğrul Şavkay’la beraber...
O beni operaya götürmüştü, ben de onu Berlin Hayvanat Bahçesi’ne. Hayvanat bahçelerini çok seviyorum. Berlin’deki de sayılı hayvanat bahçeleri arasında gösteriliyor.
Bu kez turnuvanın sponsorlarından Blue II Excel’in düzenlediği kupa gezisine katılarak varmışız Berlin’e... Hem sıcaktan kaçmak hem de bir önceki ziyaretimde kavgalı bıraktığım çekirdek aslan ailesini ziyaret etmek için hayvanat bahçesine sığınmaya karar veriyorum...
*
Bir gün önce Brezilya’ya yenilmenin üzüntüsünü bünyelerini alkole daldırıp çıkartmak suretiyle atmaya çalışan Hırvat taraftarların arkasında bekliyorum, hayvanat bahçesinin filli kapısındaki gişede. "Filli Kapı ne ya?" diyecek olanların aklını "Bir de Aslanlı Kapı var" diyerek daha fazla karıştırabilirim, üstüme gelmeyin yani...
Neyse, Hırvat taraftarlar alkolün etkisiyle gişede duran "frolayn"ı saçma sorularla eskitmekte. Sabırlı bir insan sayılmam fakat yanlarında kibrit çaksan kitlesel imha silahına dönüşebilecek dört sarhoş Hırvat arkadaşla kavga edecek kadar maceraperest de değilim...
Frolayn sabırlı çıkıyor. Fakat benim sinirler tandırda bekletilmiş kuzu eti kıvamına gelmiş, sallasan dökülecek...
Tam ülkelerin ikili ilişkilerine gölge düşürecek bir harekete (Uçan kafa gibi...) kalkışırsam ne kadar dayak yiyeceğimi hesaplarken, muhabbetleri bitiyor.
Bileti alıp "N’aber lan Filli Kapı?" diyerek içeri giriyorum. İlk hedefim, büyük kediler...
Berlin Hayvanat Bahçesi’ne ilk gelişimde çekirdek aslan ailesinin (Yeleli baba aslan, yelesiz anne aslan ve yele nedir bilmeyen bebe aslan) yaşadığı bir drama şahitlik etmiştim.
Erkek aslan dişisine pençeyi vurmuş, burnunun pembecik yerini kanatmış, yavru aslancık da bu aile içi şiddet hadisesine şahit olmuştu. Kafese girip erkek aslana "Hişt şerefsiz, kadına niye el kaldırıyorsun?" demenin doğuracağı riskleri göze alarak karışmamıştım.
*
Uzatmayalım, büyük kedilerin bulunduğu bölüme girdim, yekten aslanların kafesine yürüdüm.
Sürekli burnu çizilmiş dişi aslanı arıyor gözlerim. Öyle büyük bir aslan kalabalığı yok. Burnu çizik olan bir aslan bulsam "Yenge aradan zaman geçti pek ilgilenemedik; burun nasıl oldu, çocuğun dersler nasıl, kendi kendine avlanabiliyor mu?" diyeceğim fakat göremiyorum...
Kafesteki aslanlardan biri "Hayrola birader, kime bakmıştın" gibilerden gözünü bana dikti bu sırada. Muhabbet de bu noktada başladı...
"Kükre bakalım" dedi aslan. "Bir arkadaşa bakmıştım" diye cevap verdim. Aslanların çoğu bir kenarda -çok afedersiniz- popoyu devirmiş yatmakta. Yiyecekleri etler servis edilmiş ama dokunmamışlar bile...
Ortamı yumuşatmak için "Dokunmamışsınız yemeğe. Sıcak iştah kesiyor di mi? Karpuz-beyaz peynir en güzeli bu havalarda" filan dedim.
Baktım yabancı da gelmiyor gözüme... "Abi ben seni bir yerde görmüş olabilir miyim?" diye ara gazı verdim.
"Ekranda görmüşsündür..." diyerek kısa kesti çok serinkanlı bir şekilde.
"Ya tabii abi ya; senin bir film vardı; antilop yiyordunuz arkadaşlarla... Ben çok seviyorum o filmi. DVD’si var bende, arkadaşlara hep seyrediyoruz. Hani böyle yandan gelip arka ayağa pençeyi koyuyordun... Tabii yaaaa, ben de nereden hatırlıyorum bu abiyi diye düşünüyordum..."
Aslan parçası övgüyü hissedince kıvama geldi tabii. "Küçük bir roldü ama halk beğendi" dedi.
"Beğenmez miyiz abi, hastasıyız... Bu alemde bir siz, bir de timsahlar" dedim.
"Karıştırma o alçakları! Göç zamanı bütün mandaları su kenarında indiriyorlar, malı mundar ediyorlar" dedi sinirle ve devam etti "Tekrar sorayım: Kime bakmıştın?.."
"Öyle genel bir bakış benimki aslında; sana odaklanmamıştım. Fakat madem sordun söyleyeyim; burnu çizik bir dişi aslan arıyorum"
"N’apıcan?"
"Tanıyor musun?"
"Tanısam n’apıcan?"
Durumu tekrar yumuşatmak gerekiyor, malum karşımızda alemin kralı duruyor: "Bir pençe izi rica edecektim" dedim.
"Pençe izini n’apıcan?" dedi.
"Cüneyt Arkın’ın Kılıçarslan filmindeki gibi aynı pençeden kendime yaptırıp Afrika ortamlarında takılacağım" demedim tabii; "Onunki şart değil, seni bulmuşken senden alayım bir pençe izi..." diyerek devam ettim.
Aslan "Saçmalama" dedi.
"Olur" dedim ama kırıldım da açıkçası. Aslanı arka plana alıp fotoğraf çektirmeye çalışanları bir el hareketiyle sakinleştirdikten sonra aslana dönüp şöyle dedim: "Kaplan haklıymış, alayınız ukalaymışsınız. Sen Afrika’dan ben Türkiye’den gelmişim; bu noktada ikimiz de gurbetçi sayılırız. Kalp kırmaya değer miydi?"
O da anladı hatasını fakat iş işten geçmişti. Uzaktan "N’aber ahbap?" diyerek çitayı selamladığım sırada "Gel kardeşim, vereyim pençe izini" dedi ama geçmiş olsun.
Çita, penguen, fok, fil, zürafa, tapir derken zamanın nasıl geçtiğini anlamadım.
"Bana da ’İnsanoğlu’ diye bir bölüm hazırlayın, artık burada yaşayacağım" diyecek halimiz yok; dışarıdaki futbol kalabalığına katılmak üzere çıkışa doğru yürürken, bildiğimiz manadaki sığırın iki katı büyüklükteki sığırlara "Aslan’ın selamı var, alayınızı pençe manyağı yapacakmış" dedim.
"Höbööööööööö!" diye cevap geldi.
Artık "Şampiyon kim olur?" diye zorlamadım arkadaşları, yoluma devam ettim...