Paylaş
Seri katiller, hunharca işlenmiş cinayetler, katil hemşireler, yamyamlar, mafya tetikçileri… 1990’ların ortalarından itibaren yaklaşık 10 yıl boyunca bu konuda yazılmış kitaplara, internet aracılığıyla ulaştığım makalelere vakit harcadım. Ne bulduysam okudum. Ucuz, kötü, acele yazılmış çok satan kitapları da konunun gerçek uzmanları tarafından hazırlanmış akademik eserleri de. Bu tarz kitapları tam olarak nasıl, nerede bıraktığımı çok net hatırlıyorum. John E. Douglas’ın -ki kendisi ‘profiler’ kavramının mucitlerindendir- meşhur katillerle gerçekleştirdiği mülakatları okuyordum. Douglas, bu alanda en önemli isimlerden biri, bence birincisidir. Seri katil John Wayne Gacy ile yaptığı görüşmenin dökümünde bir yerde takıldım kaldım. O kadar korkunç cinayeti bütün detaylarıyla okurken hiç etkilenmemiştim ama çok basit bir cümleye takılmıştım. Cümleyi şu anda hatırlamıyorum ama işlediği cinayetleri tarif ederken kullandıklarının yanında “Bir bardak su rica edebilir miyim?” gibi kalacak türden, çok sıradan bir ifadeydi. “Yeter demem gereken nokta bu olmalı” dedim, kitabı kapadım ve kafamı bambaşka bir alana kanalize ettim; tuttum Osmanlıca öğrenmeye başladım. Yıllardır kitapçıların ‘true crime’ raflarını pas geçiyorum… Geçen hafta bu ‘boykota’ noktayı koydum. Kevin Button’un yazdığı ‘Olağan Psikopatlar’ (Orijinal adının Türkçe çevirisi Psikopatların Bilgeliği) adlı kitabı okumaya başladım. Kitap sadece gözü dönüş katiller şemsiyesi altında toplanan psikopatları incelemiyor. Oxford Üniversitesi’nin mümtaz bir mensubu olan Profesör Dutton, hayatın her alanında CEO, avukat, şoför, gazeteci vb olarak karşımıza çıkma ihtimali bulunan psikopat kişileri tanıma ve anlama rehberi hazırlamış. Katiller elbette var ama daha geniş, daha psikopat bir perspektiften bakıyor. Kitap Domingo’dan çıktı, 20 lira etiketi var.
BAZI GÜZEL, TAZE ALBÜMLER
Cebi, cepkeni bir Berlin plakçısına boşaltalı iki hafta oluyor. Eski ve sağlam albümlerin yanı sıra, güzel ve taze yani yepyeni albümlere de el attım. Radiohead’den Thom Yorke ve Flea’nin (Joey Waronker filan da var) yan projeleri olan Atoms For Peace’in albümü Amok, eve girdiğinden beri pikapta en çok dönen plak. Çok fazla ‘elektronik müzikperver’ biri değilim ancak albüm katman katman içine çekiyor. Yorke’un Eraser’ına benzeyen bu güzel albümü dinleyin isterim.
Nick Cave & The Bad Seeds’ın gitaristi Mick Harvey’in ayrılma haberini karalar bağlayarak karşılamıştım ve Harvey sonrasından pek umutlu değildim. ‘Push The Sky Away’, Nick Cave’in en gitarsız albümü. Ağır ağır dinleyeni harmanlayan, Cave diskografisinde kendisine mutena bir köşe açacağı garanti bir çalışma. En hasından, dimağda tatlı bir hasar bırakacak türden depresyon garanti.
Son takıntım Ty Segall. Gencecik bir adam, çok üretici. Bu açıdan biraz Beck ve Jack White arasında bir yere yerleştiririm. Dinlediğim her albümünü beğendim. Ancak 2012 model olan ve White Fence’le beraber kaydettiği ‘Hair’ şu sıralar tek favorim. 25 yaşındaki bu sağlam elemanı takip ediniz.
BİR DE ŞAHANE FİLM
Normal şartlar altında önce filmi seyredip sonra çok beğenirsem soundtrack’ini alırım. Kaldı ki soundtrack meraklılarından sayılmam. Ancak ‘Searching For Sugar Man’ için hadise tam aksi istikamette seyretti. 1970’lerin başında ticari açıdan başarısız fakat gayet sağlam iki albüm yapan ve sonra sırra kadem basan Sixto Rodriguez’in peşinde gezen belgesel film - Oscar da kazandı bu arada, malumunuz - Searching For Sugar Man. Seyrettiğim en şahane hikâyelerden biri. “Seyret, seyret” diye kafamın etini yiyen arkadaşlarıma selamı bir borç bilirim. Bu arada soundtrack’i de atlamayın.
Paylaş