BUGÜN referandumda tercihimi yaptıktan sonra, son 3 gündür neredeyse ara vermeden okuduğum bir kitabı bitireceğim: “Leni Riefenstahl. A Memoir”
Leni Riefenstahl kimilerine göre adını Sergey Mihailoviç Ayzenştayn, D.W.Griffith, Fritz Lang, Charlie Chaplin, Alfred Hitchcock gibi sinemanın dâhi ve öncü yönetmenleriyle birlikte anmamız gereken bir sanatçı, kimilerine göre “güce ve iktidara tapan bir faşist”... “Güç ve iktidar”dan kasıt, -af buyurunuz!- Hitler ve Nazi iktidarı. İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde 43 yaşındaydı; 2003’te ölene kadar üstündeki “Nazi yardakçısı” damgasını silmeye uğraştı. Savaş sonrasında mahkemelerde aklansa da Hitler’e duyduğu hayranlık ayağına dolanıp durdu, lanetlendi, süründürüldü, film yapması engellendi. 1934’te, gücünün zirvesindeki Hitler’i ve partisinin Nürnberg’deki kongresini bir belgesele çevirmiş ve film “Triumph des Willens/İradenin Zaferi” adı altında gösterilmişti. Leni Fiefenstahl’in baş eseri ve baş belası oldu bu film. * * * Elimdeki hatıralarını 1987 yılında yayınladı, benim okuduğum İngilizce baskı ise 1992’de yapılmış. Kitapla rastlaşana kadar Leni’yle ilgili fikirlerim çok netti. İlk kez arkadaşım Can Kozanoğlu sayesinde bundan 5-6 yıl önce seyrettiğim “Triumph des Willens” hakikaten muhteşem bir filmdi. Ama neticede Führer’in emri ve sağladığı imkânlarla çekimişti. Neye hizmet ettiği de ortadaydı: Faşizm. Bir de Berlin Yaz Olimpiyatı için çektiği “Olympia”yı seyrettim ilk filmin etkisiyle. O da harikulade! Başka ne biliyordum hakkında? Asla Nazi Partisi’ne üye olmadığını, savaş sonrasında sıkıntı çektiğini, hayatının kalan yıllarını daha çok fotoğraf çekerek sürdürdüğünü... 650 sayfalık “hatırat”a girmeye pek gerek yoktu açıkçası. Ama, kitap kapağında genç ve güzel bir kadın olarak göründüğü hatıralarını okumaya başlayınca karşıma bambaşka bir dünya, tanıdığım en güçlü karakterlerden biri, okuduğum en maceralı ve tuhaf hayat hikâyelerinden biri çıktı. Referandum ve U2 konseri dolayısıyla serbest sallama yöntemiyle yürütülen “sanat ve iktidar” tartışmalarıyla hiç alakası yok ilgimin, “yanlış okunmak istemem”, ama Leni’yi biraz tanıyın isterim bu pazar günü... * * * 101 yıllık çalkantılı bir hayatı birkaç paragrafa sığdırmak mümkün olmayacak tabii ki. Fakat satırbaşlarını kolajlamaya çalışayım, çerçeveyi anlayacaksınız. Berlin’de orta/üst sınıf bir ailenin kızı Leni. Baskıcı ama sevgi dolu bir baba, boyun eğmeye hazır bir anne. Leni ise meraktan ölen, hayatı iliğine, kemiğine kadar yaşamak isteyen bir kız çocuğu. Dansçı olmak istiyor, babası izin vermiyor. Sopa, evden uzakta bir okula yollanma, her türlü yasak, anneyi boşama tehdidi işe yaramıyor. Geç yaşta da olsa babasını ikna edip dansçı oluyor. Hayatının anlamı dans! Gösterileri sükse yapıyor, Avrupa başkentlerinde gösterileri tıka basa doluyor. Peşinden koşan erkeğin haddi hesabı yok ama o 18 saat çalışıp 6 saat uyuyor; ta ki sakatlanana kadar. Sakatlandığında karlı dağlarda geçen bir film seyrediyor tesadüfen ve yeni hedefini belirliyor. Filmin yönetmenini buluyor, sakat dizini o yıllarda büyük risk kabul edilen şekilde ameliyat ettiriyor ve karlı filmlerin yıldızı oluyor. Dublör kullanmıyor; donma tehlikeleri, kırıklar, çıkıklar, çığ altında kalmalar. Bu arada sadece rol yapmıyor, film yapmayı da öğreniyor. Boğazından kısarak, yalvararak para buluyor ve yönetmen/başrol oyuncusu/set işçisi olarak ilk filmi “Mavi Işık”ı çekiyor. Film olay yaratıyor! Politikayla alakası yok ama etraftan duyduğu yeni bir politikacının konuşmasını dinliyor: Adolf Hitler. “Sadece meraktan”, yeni filmi için Antarktika’ya gitmeden önce Hitler’e mektup yazıyor. Hitler de Leni’nin “Mavi Işık”ının hayranı çıkıyor, hemen buluşuyorlar. Leni ilk buluşmada “Siyaset bilmem, ırkçıymışsın, nefret ederim ama seni merak ettim” diyor, diyebiliyor! Sonrası fırtına! Leni’ye aşık olan Dr. Goebbels asıldıkça asılıyor, Leni kaçıyor. İktidara gelen Nazilerin Propaganda Bakanı olan Goebbels, aşka en yakın duygu olan nefretle yürüyor Leni’nin üstüne, genç kadın hem korktuğu hem hayran olduğu Hitler sayesinde korunuyor. * * * Savaş sonrası mütteffikler tarafından sorgulanıyor, hapse, hatta akıl hastanesine tıkılıyor. Mantıklı suçlamaların yanı sıra akıl almaz suçlamalarla da uğraşıyor. Parasız, desteksiz, lanetlenmiş olarak kalıyor 43 yaşında. Ama yıkılmıyor. Afrika’ya dönüyor yüzünü, harika fotoğraf albümleri çıkarıyor. Hayranları Andy Warhol, Mick Jagger, Quentin Tarantino vesaire! 70’inden sonda dalgıçlık öğreniyor ve neredeyse ölene kadar kendini derin denizlere adıyor. Ölmeden 1 yıl önce ikinci evliliğini yapıyor. 101 yaşında ölüyor Leni. Büyük bir yönetmen ve ne yazık ki lekeli bir sanatçı olarak.