Şikago’nun mühim konser salonlarından Metro’da, Şafak Ongan’la (Hem CNN Türk’teki Frekans’ı hem de Dream TV’yi bilmiyor olamazsınız di mi?) dikilmiş G-Love adlı topluluğu seyrediyoruz.
Bünye, uçmaktan mil manyağı olmuş, biz hálá yorulmayan yerleri alkolle yormaya çalışıyoruz. Bir ara Şafak dönüyor ve "Bu G-Love, Hayal Kahvesi’nde çalan Kangroove’un aynısı di mi?" diyor. Cümle başlarken önünde Ren geyiği sürüleri halay çekse dönüp bakacak hali olmayan ben, bir anda fikir değiştirip geyiklerin peşinden koşmaya karar veriyorum ve "Vokalistin peder diplomatmış. Eleman lise yıllarında İstanbul’da takılmış. Hayal’e takıla takıla Kangroove’dan kapmış işi..." gibi abuk bir cümle kuruyorum. Belli ki Şafak’ın canı da geyik çekmiş, durmuyor ve devam ediyor...
- Peki gitar çalmayı kimden öğrenmiş biliyor musun?
- Kimden?..
- Kayahan’dan...
Bu noktada durup Şafak’ın gençliğine acımak da var ama geyik bu, şampuan reklamlarında da vurgulandığı üzere "koparak dökülme" etkisi yaratıyor. Şafak’ın lafı bıraktığı yerden alıyorum ve devam ediyorum:
- Peki Kayahan’la nasıl tanıştıklarını biliyor musun?
- (Hafif tırsarak) Nasıl abi?
- Onun da yolu sevgiden geçiyormuş, orada karşılaşmışlar. Nı-ha-ha!
Soldaki giriş kısmını, sizi bir yönüyle kısa, diğer yönüyle upuzun bir maceraya hazırlamak için böyle yaptım. İyi olan kazansın... Şimdi filmlerdeki gibi görüntüyü santrifüj etkisiyle döndürüp 18 Şubat’a dönüyoruz.
İstanbul Atatürk Havalimanı’nda buluşan ekip, Jack Daniel’s’in davetlisi olarak ABD’ye uçacak.
ABD’ye kadar uçmakla yetinmeyip ABD içinde de uçacak ve dört gün içinde üç şehir ve bir kasabayı görüp memlekete dönecek.
Jack Daniel’s ile herhangi bir kan bağım bulunmuyor. Hoş, özellikle 20’li yaşlarda tüketilmiş Jack Daniel’s miktarı, kan değerlerinde logo şeklinde bile görülecektir ileriki yıllarda, fakat yok bir bağımız.
Firma, Türkiye’de rock grupları arasında bir yarışma düzenledi. Katılım 10 Mart’a kadar sürecek (0212 274 87 53’ten detaylı bilgi alınabiliyor), yarışma 23 Mart’ta Babylon’da yapılacak ve birinciye, ikinciye, üçüncüye para ödülü verilecek (Enstrüman almaları için).
*
Bizim ABD’ye gitme sebebimiz ise, iki gün New York’ta takılmak, bir gün Nashville’e giderek (Hatta Lynchburg’e, Jack’in üretildiği minicik kasabaya) Jack Abi’ye selam sarkıtmak ve Chicago’ya uçup G-Love konseri izleyip, Jack ve rock bağlantısını aklımız erdiğince anlamak ve anladıklarımızı unutmadan hemencecik İstanbul’a dönmek.
Kimseye, hele size yalan söyleyecek halim yok.
Geziye katılmamdaki birinci etken Şafak, Melis (Danişmend), Asu (Maro) ve Oben (Budak) gibi kafa bir ekip olmasıydı.
İkinci etken New York’tan film ve plak ve kitap stoklamaktı (Omzum çürüdü bir dünya yol taşıdım onları. Sorun, kimin için? Tabii sizin için... Peeeeeeeh!)
Üçüncü ve belki de en mühimi Nashville’i görmekti. ABD’ye gidersin de Nashville’e gitmek aklına gelmez. Oysa müzik tarihindeki en mühim birkaç merkezden biridir.
*
Seyahatin ilk iki gününü ve gecesini New York sokaklarına gömdük. Dinozorların neslini tüketen soğuktan, belki bir iki derece sıcaktı hava; size soğuğu öyle anlatmaya çalışayım.
Fakat önce Virgin’de, sonra Borders’ta, nihayetinde de Soho’daki süper plakçı Rocks in Your Head’de parayı ABD ekonomisine canlılık getirecek seviyede tükettikten sonra soğuk moğuk işlemez hale geldi.
Bu arada New York’ta dünyanın en hıyarca (çok affedersiniz) tişörtünü gördüm. Şöyle bir şeydi: Beyaz zemin üzerinde Amerikan yerlilerinin eski bir fotoğrafı var. Tüfekleriyle poz vermişler ama belli ki tutsak vaziyetteler. Tişörtte şu cümle yazılı: "Sivil Savunma: 1492’den beri terörizmle mücadele ediyoruz."
Caddede bu tişörtü satan adamın gözlerinin içine filan bakarak "Çüş!" dedim ve geçtim.
Yok, içim rahat etmedi bir daha söyleyeceğim: ÇÜŞŞŞŞŞ!
*
New York’tan semirmiş çantalarımızla Nashville’e uçmak üzere havaalanına geldik.
Bu arada Şafak sağolsun aklımıza Kutsi’nin "Bana ne?" adlı şarkısını takmış, La Guardia Havaalanı’nda manasızca bu şarkıyı söylemekteyim tek başıma kahve içerken.
Şafak "Kapıya gidelim mi?" dediğinde gözlerimi sinirle kısıyorum ve "Ooooo Şafak Bey! Sana ne, sana ne, sana neeee?" diyorum.
Uçaktan indiğimizde bizi Lynchburg’e götürecek eleman karşılıyor. İyi bir abi Jeff abi. Yol üstünde bir şeyler tıkınmak için duruyoruz.
Pastoral ABD fonunu kullanarak rüstik bir sigara içmek üzere kapı önüne hareketleniyoruz, Jeff Abi’yle.
Önümüzden hongur hongur geçen TIR’lardan hareketle Nashville’in karayolu taşımacılığındaki önemi gibi bir şey konuşuyor Jeff Abi.
"Orrayt Jeff Abi de, yolumuz uzun mu sen onu öksür" diyorum.
"Bir saat filan" diyor.
"Elvis ne yana düşüyor Tennessee eyaletinde?" diyorum.
"Memphis 200 mil, Elvis hayranı mısın?" diyor.
"Yok, ben genel manada müziğin hastasıyım. Gelmişken saygı sunardık" diyorum fakat bu sırada içimden yükselen Kutsi sesi duyulacak diye ödüm kopuyor.
*
Yol bizi Lynchburg’e götürüyor. Müzeyi geziyoruz, üretimin bütün aşamalarına şahitlik ediyoruz. Ben bu arada "Deminki damlayı gözüme kestirdim, ben onu kesin İstanbul’da içerim" gibi jet lag’den kafayı yemiş insan esprileri yapıyorum.
Sonra bir kısmı burbonla yapılmış yemekler yiyoruz fena halde asabi bir ablanın sofrasında. Bu arada abla da mühim abla. Jack Daniel’s’in akrabasıymış.
Bir ara ablayı Türkiye’ye davet ediyorlar ekipten birileri. İçimden "Sen gel de iki tabak bol sarmısaklı mantıyı dayasınlar önüne, bakalım tabakta yemek kalıyor muymuş kalmıyor muymuş?" diye söyleniyorum.
Sonra farklı Jack şişelerinden tadım yapmak üzere bir salona geçiyoruz. Yol yorgunluğunu, deneme amacıyla önümüze sürülen üç adet viskiyi zıbam zıbam içerek yol sarhoşluğuna çevirip Lynchburg-Nashville arasını hatırlamadan geri dönüyoruz...
*
Nashville’de sabahı havaalanında karşılıyoruz. Hedef bu kez Chicago. Chicago’da "N’aber lan Jackson Bulvarı? Ooooo Franklin Caddesi hürmetler" şeklinde geziyor, bir yandan da sürekli "Başka plak yok tamam mı?" diyerek kendimi hipnotize etmeye çalışıyorum...
Chicago’da gece çabuk geliyor veya ben artık tamamen tepe sersemi olmuşum. Metro’ya gittiğimizde istediğim tek şey bir içki, biraz uyku ve sonra İstanbul.
Başka şey isteseymişim keşke. G-Love’ı dinliyoruz, okazyon gereği ucuza satılan Jack’lerden ikişer tane yuvarlıyoruz ve Sears Tower’a çıkmaya niyetleniyoruz.
Sears Tower’ın Türk heyetini bekleyecek hali yok, makul saatte kapıları kapatıyor. O zaman "Bir şey daha yapmak lazım ama ne yapmalı?" şeklinde ayarlanmış vücudun emirlerine boyun eğiyor ve otelin çapraz karşısındaki bara giriyoruz minik ekibin minik bölümü olarak.
Bardaki juke-box geceyi şenlendiriyor. Mekanik Elvis’e verdiğim sözü hatırlıyorum ve "Heartbreak Hotel"i arıyorum.
Yok... O zaman "Ben sevdiğim bir başka şarkı çalayım’’ diyorum ve Sublime’dan Santeria’yı buluyorum...
Şerefine Elvis Abi...
Elvis bana doğruyu söyle!
Gece Nashville’de kafama olma ihtimali bulunmadığını bilsem de denemekten asla vazgeçmediğim kovboy şapkalarıyla mücadele ediyorum bir hediyelik eşya dükkanında.
Ortamın da etkisiyle Selçuk Ural’ın yazılmış tek Türkçe country şarkısı olan "Serseriyim aaaaah serseri, okur yazar ve sevimliiiiii" şarkısını söyleyerek şuursuz vaziyette gezerken dükkanın en dibinde Elvis’le karşılaşıyorum.
Daha doğrusu Elvis’in belden yukarısıyla. Bir camekanın içine otomat aksesuarı olarak oturtmuşlar. 50 cent atıyorsun makineye ve Elvis falına bakıyor.
"Hayat daha ne kadar absürd olabilir? İki gün önce koltuğumda oturmuş uzaktan kumandaları küçük masaya sığdırma problemiyle uğraşıyordum, şimdi Elvis’e Nashville’de fal baktırıyorum" ruh haliyle kulak veriyorum:
Elvis en mekanik haliyle "Bilge kişi kendi kararlarını alandır... Okyanus minik su damlacıklarından oluşur... İnsanları yargıladığımız sürece onları daha az severiz... Sabır evlat, sabır sana doğru yolu gösterecektir" diyor.
"Kusura bakma ama seri saçmaladın Elvis Ağbi. Şarkı söylesen daha makbule geçerdi" demek gibi bir terbiyesizlik yapmıyorum tabii.
"Eyvallah usta, Memphis’e gelemedik ama Heartbreak Hotel’i bir juke-box’tan filan bulup kulaklarını çınlatacağız" diyor, üzerinde "Nasville Rocks" yazan bir tişört alıyor ve "Hank Williams da bu caddede yürümüştür di mi?" diyerek kendimi Nashville sokaklarına vuruyorum.
OZZY İLE BRUCE LEE ARASINDA
NEW York’ta soğuktan sığındığım dükkanda sahte kimlikler görüyorum. Daha önce de görmüş ama saçma bularak almamıştım. Bu kez, ayıp olmasın diyerek kimlikleri incelemeye başlıyorum ve soğuğun beyin
damarlarında yarattığı tahribatın da etkisiyle iki adet sahte kimlik alıyorum kendime. Biri Ozzy Osbourne’a, diğeri Bruce Lee’ye ait. Kimlik bunalımı diyenler buyursunlar buradan yaksınlar...