Kanepenin altı hayvan mezarlığı

Pazar gecesi. Spor programlarının içinde kaybolduğum saatler.

Kedi, televizyonu üzerine çıkarak seyretmeyi seviyor. Bu arada gerekli gördüğü yerlerde patiyle yayına müdahale ediyor.

Tenis ve bilardo sevdiğini biliyorum, bir de altyazı kovalamaya bayılıyor.

*/images/100/0x0/55ea6a54f018fbb8f87e6b43

İçimden "72 ekran televizyon kesmiyor elemanı alt yazı kovalarken; 106 ekrana geçmek için bir bahane daha..." diye geçirdim.

Kedi Maraton’da "Oynat... Dur... Oynat... Dur..." demekte olan Erman Toroğlu’na pati atmaya başladı.

"Kusurlu hareket! Hoca görse kartı yemiştin" dedim.

Durdu "Ne istemiştin birader? Eğleniyoruz şurada iki dakika... Sen dokunmama izin vermediğin kalemin ve kucağına çıkarak bakmama engel olduğun notlarınla ilgilensene..." gibilerden bakıp, pati şovunu sürdürdü...

*

Kanepede oturmaktayım. Altı, Stephen King’in "Hayvan Mezarlığı"ndaki gibi ölü hayvanlarla dolu.

Dinozor, ördek, ayı, gergedan ve tabii fareler...

Her renkten, boyunlarındaki dağılmış fiyonklara bakılırsa roketatar saldırısından tesadüfen kurtulmuş gibi duran minik fareler...

Merak etmeyin, hepsi oyuncak. Zaten kedi oynasın diye eve gergedan sokacak halimiz yok.

Kedi, oynadığı minik hayvanları yanılmıyorsam ödül olarak bana getiriyor.

Fakat "Aç avucunu, patimle şandelleyeceğim!" demiyor, dese de ben anlamıyorum ve oyuncaklar bir şekilde kanepenin altına kaçıyor.

Kanepe altındaki ganimetine ulaşmak için gösterdiği kediüstü çabayı seyretmeyi seviyorum.

Bazen hakikaten sinirinden kendini kaybedecek hale gelince, ilkel kabilelerin kadrolu büyücüsü gibi garip bir takım sesler çıkartarak kanepeyi çekiyorum ve ganimeti tekrar devreye sokuyorum.

Bunu ikimiz de seviyoruz.

*

Uykumun en güzel yerinde kafama sıcak ve tüylü bir yaratık oturuyor.

Sanki elektrikli testere yutmuş: "Mor-mor-mor..."

Uyku sersemi vaziyette "Tapir mi girdi lan eve?.. Huop!" diye gözü aralıyorum; kedi. Tepemde yalanıyor.

Belli ki uyanmış, yemiş, içmiş, uyku öncesi yalanıp temizlenme işi için de benim kafayı seçmiş.

İşin en acı yanı, beni uyandırdıktan sonra onun uyuması ve benim televizyonu açmam...

Topesto’yla konuşurken bu problemden söz açtığımda: "Sen de git onu uyandır!" dedi.

Sözüm size gençler, arkadaşınızı iyi seçin. Akıl danıştığınızda makul bir katkı sağlayabilecek kişilerle arkadaşlık kurun.

"Kedi beni uyandırıp kendi uyuyor" diyorum, "Sen de onu uyandır" diyor, diyebiliyor.

Arkadaşınızı iyi seçin!

*

Bu arada Haşmet Babaoğlu geçenlerde alerjisi yüzünden artık kedi besleyemediğini üzülerek anlattığı yazısında "Bal rengi gözlerini, beni hafifçe ısırmasını, mis gibi kokan nefesini özledim..." gibi ifadeler kullanmış.

Önce durup "Abi sen kedi beslediğine emin misin Haşmet?" demek istiyorum.

Bahsettiğin kedi ancak masallar diyarında Çizmeli Kedi’nin manitası olarak yaşar.

Benimki bayağı kedi kokuyor, bir kere kokusal müdahalede bulunayım dedim tepki gösterdi saygı duyup rahat bıraktım.

Sabah gelip burnumu öptüğünde -mis gibi diyemeyeceğim- gayet ’royalkanin’sel bir koku algılıyorum.

Hele bir de yüzünü yapıştırıp gözlerini küçülterek esnerse... Vay paşam! Kokuya gel...

Isırık ve pati konusunda da deneysel yaklaşmıyor, yakaladığı yerde ince kıyım yapabiliyor.

Haşmet’in yazıyı yüksek sesle okudum.

O sırada en büyük düşmanı olarak gördüğü masa örtüsü sallangaçlarına dalmış olduğundan fazla ilgi göstermedi.

*

Hayatıma çalışmadığım yerden gelip giren kediye isim vermekten vazgeçtim.

Zaten umurunda değil...

Şu anda yazı yazdığım için bana gıcık oluyor. Kendisinin katılmadığı her etkinliğe gıcık oluyor zaten.

Boynuma tırmanıp ipliğin ucunda hayat mücadelesi veren gömlek düğmesini kopartmasına izin verdim ve şunu düşündüm: Yaramaz bir kedi de insanı eğitebilir. Bunu fark etmek bile bir şey.
Yazarın Tüm Yazıları