Paylaş
GEÇENLERDE, durup dururken, evde artık zorunlu hale gelen bir toparlama operasyonu başlattım.
Meselenin abardığını ve 'zorunlu' haline geldiğini anlamamda, Dylan Dog ciltlerinin arasından uzun bir süredir görüşemediğim ve hakikaten özlediğim New York Knicks tişörtümün çıkması da etkili oldu tabii.
Zaten Dylan Dog ciltleri de bir süredir kullanmadığım küçük buzdolabının içinden çıktı.
Oraya nasıl girdiler vallahi bilmiyorum.
Bu arada çöp evde yaşadığımı düşünmenizi istemem. Bütün bu olaylar, evin bir odasında geçiyor.
Eve yardıma gelen kadından özellikle rica ettiğim için bu odaya girmiyor.
Girerse kesin etkileri uzun sürede onarılabilecek (o da belki) büyük bir travma yaşayacağını bildiğim için girmesini istemiyorum. Çoluğu çocuğu var, yazık vallahi.
Bu odayı nasıl tarif edebilirim bilemeyeceğim.
Mesela alındığı günden beri sadece ‘‘Şık Latife’’ akoru basılmış olan bir gitar var.
Gitar benim değil, hem ben gitar çalmayı bilmiyorum.
Şuursuz gençlik günlerimde kafayı sarmıştım ama direkt Jimmy Page gibi çalmayı istediğimden başarısız olmuştum.
Sonra bir arkadaşım bana gitar çalmayı öğretmeye taktı kafayı.
Zaman su gibi aktı. Birinci yılın sonunda sadece ‘‘Şık latife’’ çalabiliyordum. Kabiliyete ayrıca dikkat çekmek istiyorum...
O parçayı çalmayı başardığımda, arkadaşım göz yaşlarını tutamamıştı.
Ben de sormuştum, ‘‘Mutluluk göz yaşları mı bunlar Hicabi?’’ diye.
Hicabi, ‘‘Pembe Panter’’de Peter Sellers'ın gadrine uğramış baş müfettiş gibi káh ağlayıp káh gülerek, ‘‘Yok bir şey muhterem. Sinirlerim bozuldu biraz, o kadar!’’ demişti.
Hicabi sonra Heybeli'deki sanatoryumda bir müddet tedavi gördü zaten. Ziyaretine gittiğimde ‘‘Seninle ilgisi yok’’ dedi. Umarım öyleydi...
* * *
Neyse sonra o gitarın yanında duran ve artık efsane konumuna ulaşmış bisikletten bahsetmek gerekiyor.
Çocuklar annelerine babalarına, ‘‘Bana bisiklet al!’’ diye ağlardı ya; bizim ailede durum bunun tam tersiydi.
Annem, çocukluğum boyunca bana çeşitli renk ve boyutta bisikletler gösterip ‘‘Alayım mı oğlum sana bisiklet?’’ demiş, hatta birkaç tanesini de almıştır.
Ben hiçbirine binmedim. Bunda ilk denememde kafamı iki yerinden birden yarmamın da etkisi olabilir tabii.
Ama ailemin beni mobilize hale getirmek için çabaları sonuç vermedi.
Ben bunu bir aile geleneğine dönüştürmek uğruna, ilerki dönemde otomobil kullanmayı da öğrenmedim.
Bir kere -hem de Boğaz yolunda- denedim, gayet basit bir şey. Ama otomobil kullanmak nedense beni hiç ama hiç ilgilendirmedi.
Hah, konu dağılıyor, bisikletin hikayesini anlatacaktım.
Bisiklet de bana ait değil. Bir arkadaşım, bırakıp İngiltere'ye gitti. (Bu arada, şimdi yazarken fark ediyorum, benim eve hafiften bir depo muamelesi yapılıyor galiba)
Bana bırakıldığı günden beri kullanılmamış bir bisikletin zincirinin nasıl çıktığını açıklayamam tabii.
Hani eve gelen kadının böyle bir ‘‘Güllü tribi’’ olsa, nerede sürecek meredi. Ev pedal basmaya müsait değil.
* * *
Bu bisikletin yanında, benim müdahale etmeye ürktüğüm tuhaf bir öbek duruyor.
Uzaktan bakınca Ağrı Dağı'nın çekmiş haline benzeyen bu öbeği önce bir müddet tetkik ettim.
Ardından da ‘‘Ya Allah Ya Gaffar, Ya Settar Ya Allah’’ çekip, kafadan işe giriştim.
Neler çıktığını tam olarak sıralayamayacağım.
Bu listeyi daha sonra, ‘‘Tüketim Toplumu Kurbanı Bir Adamın Lüzumsuz Objeleri’’ başlığı altında kitaplaştırmayı düşünüyorum.
Artık, yo-yo mu istersiniz, çeşitli kentlerden alınmış sallayınca içinde kar yağıyormuş efekti veren zımbırtılar mı hepsi var.
En son bir Lenin posteri çıkınca şak diye düşüp bayılıyordum.
Sonra hatırladım, Moskova'ya giderken bir arkadaşım sipariş vermişti.
Yani es kaza evi polis bassa, götürecek Terörle Mücadele'ye, koyacak önüme posteri, çağıracak arkadaşları, fotoğrafımı çektirecek.
Öbeğin kuzeybatısının, yani mutfağın bulunduğu yöne bakan kısmının yamaçlarında bir hareketlenme gördüm.
Bir grup fotoğraf, çığ gibi yere indi. Aldım fotoğrafları ve incelemeye başladım.
Sosyoloji biliminin seyrini derinden etkileyebilecek bu fotoğrafların çoğu 1980'lerin ilk yarısında çekilmiş.
Ben ve bizim çocuklar.
Kendi kendime ‘‘Aman tanrım! Neler yapmışız kendimize’’ dedim.
Ekibin görüntüsü hakikaten çok fena. O döneme göre illa ki çok şıkız, ama bugün o kıyafetle sadece TRT için çekilen komedi dizilerinde oynayabiliriz.
Zımbalı kot... Olur mu böyle fena bir şey!
Siz bu satırları okurken benim mücadelem sürüyordu.
Hem zaten yazıyı bitirmenin vakti de geldi, haydi görüşmek üzereeee.
Paylaş