Hafta bitmiş; ertesi gün maç yok, plan yok, yapılması gereken bir iş yok. Yani sadece içinde bulunduğum durumu düşünerek bile dünyanın en mutlu insanı olabilirim.
Yani zorlasam sorumluluk zincirinden bir halka sökerim muhakkak, yapacak bir iş, yerine getirilmesi gereken bir görev filan bulurum ama o an itibariyle yapacak hiçbir şey yok işte!
Bunu düşünerek ve kendi kendime salak salak sırıtarak oturuyorum evde.
Cep cihazının kımıldadığını hissettim cebimde bir yerlerde, hafiften irkildim. Ses çıkarmadan kıpraşan cihaza baktım ekranda ‘Topesto’ yazıyor.
‘Öksür amiral’ diyerek açtım.
‘Nedir usta vaziyet?’ dedi. Sesi fazla enerjik gelmiyor, bu iyiye işaret. Yani ‘Düşündüm de, Adapazarı’na gidip ıslama köfte mi yesek?’ gibi bir cümle kurmayacak. Vardır bütün enerjisini iki yıl biriktirip böyle acayip patlamalar yapmışlığı arkadaşın da, o bakımdan...
‘Duruyorum’ dedim.
‘Duracak mısın?’ dedi.
‘Durabilirim’ dedim.
‘Ne kadar durabilirsin?’ dedi
‘Sanırım istediğim kadar. Yani gelecek 42 saat filan bir sorumluluk gözükmüyor’ dedim.
‘Böyle konuşmaya devam edecek miyiz? Çok sinir bozucu olmaya başladı’ dedi.
‘Önerin var mı ciğerim?’ diye konuşmaya büyük bir açılım sağladım.
‘Ya dışarı mı çıksak diyordum. Ne zamandır çıkıp dağıtmıyoruz’ dedi.
‘Olabilir aslında. 5-6 saat dağıtsak, 36 veya 37 saat dinlenme süresi kalıyor bana’ şeklinde karşılık verdim.
‘Sen şimdi bana doğru yola çık usta. Gelirken de iki bira al, evde tıraş losyonundan başka alkollü bir şey yok. Onları içip çıkarız. Bakkala bir şeyler söyledim, onları bekliyorum da...’ dedi.
‘Bakkalda bira yok mu?’ gibi aslında gayet yerinde bir soru sormak da vardı ama cümle ziyanı olmasın diye sustum; muhakkak bir bildiği veya bilmediği vardır...
*
Eve gittiğimde Topesto’yu hafta sonu dışarı çıkacak bir insandan çok, bir hippi kolonisine katılmak üzere hazırlıklarını tamamlamış bir insan pozisyonunda buldum.
Sanırsın zaman makinesine girip 1960’lara gitmiş, saçı sakalı karıştırmış, tişörtü esnetmiş, pantolonu yırtmış geri gelmiş.
‘Pek hazır değiliz galiba’ dedim. Klasiklerden ‘İki dakikada hazırlanırım’ cevabını verdi.
Bu arada yanlış anlaşılmasın. Gece dışarı çıkarken, babası şehrin göbeğine gökdelen dikmiş müteahhit çocuğu gibi giyinen insanlardan olmadık hiç. Ama en azından annemizin bir arkadaşına rastlasak (ki ihtimali siz hesaplayın, ben üşendim), halimizden utanmayacağımız kadar dikkat ediyoruz üstümüze başımıza.
Neyse, bira açtım, koltuğa kuruldum, kumandayı ele geçirdim...
*
Bakkal geldiğinde biralar bitmişti. Beklerken, giriş sahnesini seyredip anırarak gülelim diye Peter Sellers’ın ‘Party’ filmini koymuştuk.
Bir insanın aynı sahneye 105 kere gülüp, 105 kere daha gülebileceğini bilmesi iyi bir şey midir, acınacak bir durum mudur siz takdir edin.
Topesto bakkalın çırağı Robin’le (Adı bu değil. Bir Batman ve Robin esprisinden sonra adı böyle kaldı. Kendisi de seviyor adını) para üstü hadisesini hallederken ‘Birer bira daha içip filmi bitirsek mi ya?’ dedim.
Elemanın böbreğini, dalağını, ciğerini biliyorum tabii. Anında dönüp ‘Robin, bize dört bira kapsana be koçum. Pelerini savura savura koş bakayım’ dedi.
Evde eskiyeceğimizin ilk işareti buydu. Bilmezden gelmeyi tercih ettik.
Bu arada ‘Diğer eleman ne yapıyor?’ cümlesi kuruldu.
Cep cihazıyla o da arandı. Fakat uzun süredir dışarı çıkmamış olmayı mesele haline getiren diğer eleman, ‘Siz çıkınca benim olduğum yere gelin’ diyerek çağrıyı savuşturdu.
Robin geldi, bira geldi, ‘çopot!’ diye cips paketi patlatıldı, ‘Party’ bitti, günün anlam ve önemini vurgulamak açısından önce ‘Jackass’ten sevdiğimiz bölümleri, sonra da Rezervuar Köpekleri’nde Michael Madsen’in kulak kestiği sahneyi seyrettik.
‘Robin’in getirdiği biralar bitti mi?’ dedim; ‘Bitti ama zulada biraz viski var. Serinkanlı dedektif modeli yapabiliriz yani’ dedi.
‘Doldur bakalım. Demek kolonyadan başka alkol yoktu ha! Hakikaten fena bir insanmışsın, yeni tanıdım seni’ dedim.
Bir gece daha evden çıkamamayı mesele etmeden Nick Cave & The Bad Seeds’in videolarını içeren şahane DVD’ye yoğunlaştık. Önce ‘Wonderful World’, sonra ‘Red Right Hand’, sonra ‘Weeping Song...’