Topesto’yla ev arkadaşı olduğumuz yıllarda icat ettiğimiz bir kavramdı ‘Durmak...’ Olay şöyle gelişmişti. İkimizin de öğrencilik dönemi. Yaz gelmiş ve biz işsiziz. Daha doğrusu Topesto o yıllarda zaten çalışmıyor, ben de çalıştığım dergiden istifa etmişim.
Klasik olarak parasızız. Aç değiliz ama harcayacak paramız da yok. Böyle yanaklarından yaşlar süzülen cümlelerle acıların çocuğu imajı yaratmaya çalıştığımı düşünmeyin.
Bir yerde şahane bir yaz yaşamaktayız. O sıralarda akşamları bir pizzacıda garsonluk yapan arkadaşımız pizza getiriyor; arkadaşlarımız akşamları dışarıda buluşacaklarına bize geliyorlar ve gelirken içeceklerini (Haliyle bizim içeceklerimizi de) getiriyorlar.
Biz de Topesto’yla karşılıklı koltuklarımıza kuruluyor, kitap okuyor ve ‘sıralı’ bir hayat sürdürüyoruz. Sıralı hayat, adı üstünde her şeyin sırayla yapıldığı bir hayat. Kaseti değiştirme sırası, kahve yapma sırası, bulaşık yıkama sırası, bakkala gidip gazete alma sırası...
Hareket etmek zorunda kalmadığımız sürece yerimizden kıpırdamıyoruz. Bir koltukta Topetso biraderim, diğerinde ben, saksı gibi, buzdolabı gibi, yani bir ev eşyası gibi duruyoruz.
Mecbur kalmadıkça birbirimizle de konuşmuyoruz zaten. Daha önce bahsettiğim tek kelimeyle konuşma tekniğinin temelleri de o dönemde atılmıştı.
Örnek vereyim yine de di mi?
- Kahve?
- Yapıyorsun...
- Tamam.
- Akşam?
- Gelecekler.
- Kim?
- Tayfa.
- İyi.
- Su?
- Tamam.
- Tembel.
- Sensin...
Çaktınız köfteyi, uzatmayayım. Arayan ve ‘N’apıyorsun?’ diye soran olduğunda, ‘Evde takılıyoruz’ diyoruz, ‘Hiiiiç’ diyoruz vesaire.
Bir gün yine telefon çaldı. Arayan, görüşmekten o kadar da hoşlanmadığımız biri. ‘N’apıyorsun?’ dedi, refleks olarak ‘Duruyorum’ dedim ve Topesto ağzındaki kahveyi püskürttü.
‘Duruyorum’ kavramı o gün girdi hayatımıza ve bir daha da çıkmadı. Fırsat buldukça durduk. Ayrı evlere çıkıldığı dönemde de sürdürdük bu güzel geleneği. Bazen beraber, bazen tek başımıza durduk ama kopmadık ‘Duruyorum’ hadisesinden.
*
Dönem dönem yine bu hal geliyor üstüme. Zaten çok çıkmıyorum evden ama birkaç hafta önce tekrar kendimi ‘stand-by’ pozisyonuna aldım. Teknoloji sağolsun, evden iletişimin şahını kuruyorum zaten dünyayla.
Baktım film stoku sağlam, okunacak kitaplar birikmiş, canım zaten bir yere gitmek istemiyor; ‘Kapat usta kepenkleri’ dedim kendi kendime ve ilk etapta dört gün durdum.
Dördüncü günün sonunda Topesto’nun bulduğu ‘General Idi Amin Dada’ filmini seyretmek uğruna evi terk ettim. Otoportre olan film acayip bir şey, onu sonra anlatırım bir şekilde.
Sonra üç gün durdum, Riko’yla buluşmak için evden çıktım ve nihayetinde beş gün durdum.
Son durma eylemi sırasında gazeteden bir arkadaşım aradı ve ‘N’aber, göremiyorum seni, neler yapıyorsun?’ dedi.
‘Duruyorum’ dedim.
‘Hah hah hah! Çok alemsin. O ne demek öyle?’ dedi.
‘Duruyorum işte öyle’ dedim.
‘O ne demek?’ dedi.
‘Da Vinci Şifresi’nden bahsetmiyorum konu çok basit; evde duruyorum. Sabitledim bünyeyi’ dedim.
Hafif sinirleri bozulmuş şekilde ‘Ne demek durmak ya, evden çıkmıyor musun?’ dedi. ‘Çıkmıyorum, eve her şey geliyor zaten’ dedim.
‘Ne zaman bitecek bu hal kardeşim?’ dedi.
‘Bir zararını görmüş değilim, sayısız da faydası var, tavsiye ederim’ dedim.
‘Akşam uğrayalım mı sıkıldıysan?’ dedi.
‘İsterseniz uğrayın tabii ama bir sıkıntım yok. Tenis turnuvası var (US Open yüzünden uyku yalan oldu bu arada), film var, kitap var, komşu uğruyor arada laflıyoruz, bir meselem yok’ diyerek ve bu sırada ‘İsterseniz uğrayın’ kısmını içten söylemeye özellikle dikkat ederek savuşturdum.
Telefon bir kere çaldığı zaman sonra da çalmaya devam eden bir şey biliyorsunuz. Hani iki gün çalmaz sonra üst üste 10 kişi arar, sizin de başınıza gelmiştir herhalde, aynen öyle oldu...
Arayan ve ‘Nedir?’ diye soran kişi Topesto. ‘Duruyorum’ dedim. ‘Yardıma ihtiyaç var mı?’ dedi. ‘İyi böyle’ dedim. ‘Rahatsız etmeyeyim o zaman’ dedi.
‘Etme’ dedim. Eski dostun farkı belli oluyor, canım arkadaşım benim ya...