Paylaş
Pink Floyd’un ‘The Wall’ filmi gösterime girmiş, haftayı zor bitirmiş, okulu yarım kulak geçiştirmiş, albümü geceler boyu dinleyerek hazırlığımızı tamamlamışız filmi seyredecek olmanın heyecanıyla...
Cebimizdeki kısıtlı bütçe bizi daha sonra Kral ve Ben’de pizzaya mı, yoksa Bab Kafeterya’ya mı sürükleyecek henüz bilmiyoruz ama film biletini garantiye almak gerekiyor önce.
Çünkü biliyoruz ki “feci kuyruk” olacak, o kuyruk sokaktan İstiklal Caddesi’ne kadar uzayacak...
“Bilet buldun mu? Saat kaç matinesine buldun?” sorularına hafif bir gururla “Saat 11’e” demek mühim, çok mühim, hatta tek mühim mesele...
İstiklal’i geçip Yeşilçam Sokak’a ulaşıp solda kalan büfenin muzlu süt çağrısına kulak asmadan Emek’in önüne ulaşıyorum.
İçimde “benim gibilerin”, içine kapalı rock’çı gençlerin, Pink Floyd sevenlerin arasına karışmanın mutluluğuyla sinemanın girişinde sürekli yatan köpek kardeşlerin üstünden atlayarak gişeye ulaşıyorum.
Gişeci hanımefendi çocukluğumdan beri tanıdığım bir figür, bütün ciddiyetiyle ve tatlı otoriter tavrıyla biletimi kesiyor.
“Birinci”nin hemen arkasında, “Koltuk”un başladığı o şahane sıranın en ortasında yer alan, görüntünüzü “Kerim Abdülcabbar’ın bile kesemeyeceği” en şahane yerden bilet bulmuşum; ne kadar şanslıyım, ne kadar mutluyum anlatamam...
Gözüm hemen gişenin yanındaki küçücük ofisinde değilse fuayede durumu kontrol altında tutan tatlı büyüğümüz Hikmet Abi’yi buluyor.
“Günaydın” diyorum, “Günaydın” diyor gülerek... Hikmet Abi’yi rahmetli babamın elimden tutup beni Emek’e götürdüğü, “Pençe ve Diş”i seyrettiğim günden beri biliyorum. Babamla konuşurlarken “Müthiş filme geldiniz Osman Bey” dediği ve kafamı gülümseyerek okşadığı günden beri sinemayı, o muhteşem Emek Sineması’nı çok seviyorum...
Yıllar içinde Emek’te neler seyretmiyorum ki? Yazları “Gençlik Filmleri Haftası” adı altında düzenlenen, vizyon dışı dönemde bir mini festivale dönüşen günlerde bütün “müzikli filmleri” birkaç kez seyrediyorum mesela...
Daha sonraları İstanbul Film Festivali’ne dönüşecek İKSV imzalı Sinema Günleri’nde, yıllar ilerledikçe FilmEkimi günlerinde, “gişe filmlerinde” ve hatta konserlerde hep oradayım...
“Sinemaya değil Emek’e gitmek” için evden çıktığımız zamanlar filan işte... Emek yıkılmasın diye uğraştık, başaramadık... Zamana, şartlara, Beyoğlu cilalama çalışmalarına, ilgisizliğe yenik düştü tarihi hislerimizle yazılmış Emek...
Pazar günü dostum Yekta Kopan’dan gelen bir mesajla öğrendim Hikmet Abi’yi, Hikmet Dikmen’i kaybettiğimizi...
1956’dan kapanana kadar çalıştığı Emek kaybedildikten sonra Çınarcık’a yerleşmişti, biraz da yerleşmek zorunda kalmıştı Hikmet Abi...
Vefat haberinin ardından sosyal medyada pek çok sinemasever “Beni param yokken içeri alırdı... Kıyamazdı son dakikada mutlaka bir kenara yerleştirirdi...” tarzında anılarını paylaşmış ki; elbette ben de Hikmet Abi’den defalarca bu tarz güzellikler görmüştüm...
Güler yüzü, babacan tavrıyla sadece bir sinema müdürü değil, bir sinema kültürü elçisiydi ve kuşaklar boyunca sinema âşıklarına gerçek manada ağabeylik yapmıştı bu harikulade insan...
İki yıl önce Socrates dergisinde İnan Özdemir’in Hikmet Abi’yle yaptığı mükemmel bir röportaj yayınlanmıştı...
Yarım asrı geçen kişisel Emek macerasını şöyle özetliyordu:
“1956’da Almanya’ya işçi olarak gidecektim, Emek’te de zabıta olmak isteyenleri sınava sokuyorlardı. O sinemanın kokusunu aldıktan sonra ne Almanya kaldı ne başka bir şey! Hiç unutmuyorum, bir kasiyer vardı, Ayfer. Bana ‘Sen o sinemanın tozunu aldın ya, nah gidersin bir yere, gidemezsin!’ demişti. Ne kötü hastalıkmış abi bu ya, ne kötüymüş. Bütün hayatım allak bullak oldu, hep sinema, hep sinema, hep sinema...”
Canımız Hikmet Abi, hakkını ödeyemeyiz, ödeyemedik. Güle güle...
Paylaş