İnsanoğlunun teknolojik açıdan büyük gelişim sağlamış olması neticesinde, bundan 100 yıl önce 28 at değiştirerek 28 günde filan gidilen Almanya’ya, ortalama 2,5 saat gibi bir sürede gidebiliyorsunuz veya geri dönebiliyorsunuz.
Yapılacak iş değil ama bir makakla fikir tartışmasına girersem elimdeki en önemli silahlardan birinin bu olacağını düşünürüm hep!
*
Yazının ilerleyen kısımlarında mana kazanacağını düşündüğüm bu girişin ardından hikayemi anlatmaya başlayabilirim.
Dünya kupası şampiyonluk maçının ertesi günü Berlin-Hamburg, Hamburg-Münih, Münih-İstanbul şeklindeki mini Almanya turu havasındaki uçak biletini sadeleştirme azmiyle uyandım.
Almanya’dan 10 Temmuz’da ayrılıp aynı gün içinde evime, playstation’ıma, su bekleyen bitkilerime filan ulaşmayı düşünüyorum.
Lufthansa sağolsun pek çok kolaylık sağlıyor ve Berlin-Frankfurt, Frankfurt-İstanbul şeklinde daha minik bir bilet koçanına kavuşuyorum.
"Frankfurt nereden çıktı?" demeyin; o da kendince manalı bir finans merkezidir; yatırım yapmasak da, yatırım araçları denildiğinde aklımıza sadece yatak, baza gibi şeyler gelse de...
Uçak saatlerini ve aralarındaki saat farkını incelerken, havaalanlarını seven, iyi havaalanında vakit geçirirken hiç sıkılmayan biri olarak "10 Temmuz bundan böyle Havaalanı Günü olsun" dedim kendi kendime.
Programı özetleyeyim: Berlin’den Frankfurt’a saat 17.00 gibi, Türkiye saatiyle 18.00 gibi uçuyorum. Bir saatlik uçuşun ardından vardığım Frankfurt’ta saat 22.15’teki İstanbul uçağına kadar bekliyorum. Türkiye saatiyle 02.00 gibi de İstanbul’da oluyorum. Yani 10 Temmuz’u havaalanında yakıyorum.
*
Bir de bileti garantiye almak için havaalanına erken gitmem gerektiğinden süre dört saat değil, toplamda sekiz saate filan geliyor.
Olsun, seviyorum havaalanlarını ya...
Havaalanına "Ne güzel saatlerce bekleyeceğim, çantanın esiri olarak yaşayacağım, manalı manasız pek çok insanla tanışma imkanı yakalayacağım, magnet dışında hiçbir şey almayacağım dükkanlara girip çıkacağım..." diyerek giden tek insan olduğuma eminim ama şikayetçi değilim.
Berlin Tegel Havaalanı’ndaki Red Baron adlı restorana oturduğumda saat 13.00’tü. Mecburi erken gidişin etkisini azaltabilmek için minik köfte, minik sosis, minik patates salatası, minik patates kızartması tabaklarıyla bir evcilik ambiyansı yaratıyorum barda. Minik arkadaşları gövdeye indirme aşamasında kolaylık sağlaması bakımından bir adet deve boy Lion Kölsch birası söylüyorum.
Blues Brothers’ın başında Elwood kardeşler yola çıkarken minik bir malvarlığı dökümü yaparlar ya; o hesap ben de sıralıyorum cephanemi: 500 civarında şarkı yüklü bir mobil müzik dinleme aygıtı, 100 Euro’su maç günü "Paramı unutmuşum" diyerek Ertuğrul Özkök’ten koparılmış 237 Euro’luk nakit, biri yarısına kadar okunmuş iki kitap, bir adet çizgi roman, bir Newsweek, bir Total Film, bir adet Modart dergisi...
*
Barın köşesinde tıkınıp müzik dinlerken televizyondaki alt yazıları sökebilmeye başladığımı fark ediyorum. "Basayev tot" yazıyor, "Basayev ölmüş" diyorum mesela. Aslında başka bir şey anlamadım ama televizyonun güzelliği, resimlerine bakarak da çözebildiğiniz bir cihaz olması zaten...
İki saatin sonunda, birbirimize adımızı bile sormadan "Materazzi-Zidane" konulu bir sohbet ortamı yarattığımız üç farklı insan oturup kalkıyor yanımdaki tabureye.
Barmen "Usta, bar olarak bizi seçmen tabii şeref veriyor ama uçağı kaçırmasan, ben sana Berlin’in içinde daha havadar bar adresleri versem" gibilerden bakmaya başlıyor.
"Hesap bitte!" diyorum ve erken bilet için mücadele kararı alıyorum.
THY’nin Berlin Tegel ofisinde bir iç problem halledilmeye çalışılıyor. O yüzden rahatsız etmiyorum ve işi telefonla çözmeye karar veriyorum.
Telefonu açan hanımefendiye "Berlin’den İstanbul’a dönmek azmindeyim. Bir bilet bulunur mu sizde?" diyorum.
"Bulunur" dediğinde çakal gibi parlıyor gözlerim, ancak "Sadece Business’de yer var" cümlesini duyunca hafif yutkunuyorum ve "Nedir ödememiz gereken miktar böyle fantastik bir uçuş deneyimi yaşamak için?" diyorum.
"699 Euro artı..." şeklinde başlayan cümlenin "Altıyüz" dedikten sonraki kısmını dinlemeden "Yanlış anladınız, uçağa ortak yazılıp yıl sonunda kár payı beklemek istemiyorum, bir bilet istiyorum" şeklinde araya giriyorum.
Kurban pazarlığı havasına girip THY’deki hanımefendinin kolunu çıkaracak halimiz yok, "Ben elimdeki bileti seviyorum galiba, kusura bakmayın" diyerek yeniden Red Baron’a dönüyorum.
Bu arada bir magnet daha alıyorum, ilk aldığımdan daha güzel bu.
Barmenin paniğini azaltmak için durumu açıklıyorum ve "Bakalım sen espresso’yu nasıl yapıyorsun Herr Panikcan" diyorum.
Bu arada çanta ve omuz bütünleşmesi tamamlanmış, sol omuz diğerine göre yere daha yakın durmakta. Çanta atılıyor, tabureye yerleşiliyor ve solda oturan arkadaşla "Materazzi tam olarak hangi küfrü etmiş olabilir?" konulu geyik oturumunu açıyorum.
Almanların küfür konusunda pek yaratıcı olmadıklarını, benim saydığım küfür önerilerinin bar arkadaşımda yarattığı şaşkınlık sayesinde anlıyorum.
Alman arkadaşa bir iki küfrü yazıp hatıra olarak veriyorum ve onu da Brüksel’e yolcu ediyorum.
*
Çok beklediğim için uçağa binerken alkışlanacağımı filan düşünüyorum ama oluşmuyor böyle bir coşku dalgası.
Frankfurt’a indiğimizde Red Baron aramıyorum, bulduğum ilk kafeye oturuyorum ve Materazzi-Zidane sohbetine kendi kaldığım yerden devam ediyorum bir İspanyol arkadaşla.
Onu Barcelona’ya, ondan sonra geleni Londra’ya filan yolluyorum. Bu arada kendimi konsomatris gibi hissetmeye de başlıyorum. "Bilmem mi anam, uçak boş oldu mu nasıl güzel kalkar..." şeklinde konuşmaya başlayacağımdan korkuyorum...
*
Zaman zaman hiç bitmeyeceğine inandığım uzun yolculuğum, normalde 2,5 saatte gelinen İstanbul’a, uyanmamdan 19 saat sonra ulaşmamla sona eriyor.
Havaalanlarını hálá seviyorum ama bir daha bu kadar vakit geçirirsem kendi adıma pist açılmasını talep ederim ona göre...