Kopenhag’dan trafiğin durumuna göre 45 dakikayla 46 dakika arası bir sürede ulaşılan Roskilde kasabası yakınlarındaki festival alanının kapısındayım
BİRİNCİ GÜN (1 Temmuz Perşembe)
Dört gün boyunca serbest giriş kartı muamelesi görecek bilekliğin takılması gerekiyor. “Takı sevmem” diyecek halim yok, tek umudum elemanın işini iyi yapması, bilekliği bünyeye ‘ne sıkacak-ne çıkacak’ tarzda yüklemesi. Kuyruk biraz daha hızlı ilerlerse LCD Soundsystem’i yakalayacağım, şimdilik tek derdim bu. Bir süre sonra kuyruk ikiye ayrılıyor, şanslıyım hızlı ilerleyeni seçmişim. Bu şanslı seçim iyi bir festivalin işaretçisi olmalı. “Tak abi bilekliği; haaaah şöyle, tak yu veri maç!” “Tak”, Danca’da “Teşekkür ederim ciğerim” demek, bildiğim tek kelime de bu zaten. Tak, tak, tak! 5 yıl aradan sonra yeniden Roskilde Festival’deyim; kapılar açılsın konserler başlasın... İlk gün programım hafif. Önce LCD Soundsystem’e yetişiyorum. Festivallerde ilk seyredilen konserler genellikle akılda kalmaz fakat LCD yakıyor gönlümü. İlk konser sonrası genel keşif turu yapıyorum, ana sahne (Orange) ve yavru sahneler yerli yerinde. “Millet nasıl olsa alıyor” mantığıyla giderek daha dandik şekilde üretilen “ofişıl tişört”lere bakıp beğenmiyorum. Acımasızca acı bir sos eşliğinde servis edilen ‘küçük ekmek, dana kadar sosis’ mönüsüne bağlılıklarımı sunduktan sonra Gorillaz’la buluşmaya gidiyorum. Damon Albarn’ı geçen yaz Glastonbury’de Blur konserinin finalinde sahnede hislerine hakim olamayarak ağlarken bırakmıştım, coşup coştururken buluyorum. Gorillaz müthiş, hakikaten müthiş. Yeni albüm ‘Plastic Beach’le başlayıp daha eskilere doğru ilerliyorlar: ‘Clint Eastwood’, ‘Dare’, ‘El Manana’, ‘Feel Good Inc.’ Sahne ana baba günü, konuk sanatçı kaynıyor; Bobby Womack’ı da dünya kulağıyla dinlemiş oluyorum sayelerinde mesela. İlk gün yorulmamak adettendir diyerek Gorillaz sonrası efendi gibi Kopenhag’a dönüyorum.
İKİNCİ GÜN (2 Temmuz Cuma)
Festivale katılan ahali olarak 70 bin civarı bir nüfusa sahibiz. Geniş bir alan, bolca tuvalet olmasına rağmen kapasite zorlanıyor. Festival kuralıdır, halk bir süre sonra -çok afedersiniz- çişi geldiği anda bulunduğu noktada yol kenarına çeker kendisini ve yapar. İlk gün her ne kadar alışık olsanız da “Aaaaa! Kıza bak yürürken durdu ve çişini yapıp yola devam etti!” dersiniz. İkinci günden itibaren çişini yapanlardan çok, çiş yapılmayan alanları keşfetmeye çaba harcamaya başlarsınız. Malum, gün uzun oturmak, hatta yorgunluktan bayılmak gerekecek. İkinci gün yoğun. Odeon adlı sahnedeki Florence + The Machine’den çok umutluyum ama netice pek parlak değil. Küçük sahnelerden Cosmopol’de karşılaştığım Rootz Underground ile damardan reggae ortamına girip kendime geliyorum. Sonra hiç de fena olmaya Delphic’e takılıyorum biraz. Alice In Chains’e teğet geçerek umutlu olduğum bir başka konsere Wooden Shjips’e yöneliyorum. Wooden Shjips kalkıp ABD’den boşuna gelmemiş, günümü şenlendiriyor. Son durak “Süper Grup” formülüyle toplanan Them Crooked Vultures. Davulda Nirvana ve Foo Fighters’dan kardeşimiz Dave Grohl, bas gitarda efsanenin önde gideni kıymetli Led Zeppelin elemanı John Paul Jones ve vokal ve gitarda Queens of the Stone Age’den Josh Homme. Netice? Kadro kadar görkemli değil açıkçası. 14 saat süren ikinci gün maratonunum Wooden Shjips ve Rootz Underground ile kalsın aklımda daha iyi...
ÜÇÜNCÜ GÜN (3 Temmuz Cumartesi)
İkinci gün müzikal manada ne kadar hayal kırıklığı ise, üçüncü gün o kadar şahane! Zaten festivalin en kalabalık noktaya ulaşacağı gün olduğundan, programda cumartesiye abanılmış. Kings of Convenience’ı İstanbul’da Ferhan Şensoy’un Beyoğlu Sineması’ndaki salonunda izlemiştim. Bu kez çok daha geniş bir kitle karşısında Norveçli güzel insanlar; kitle bırakmıyor, tatlı bir şekilde zamana ve mekana yayılıyoruz. Sonra yarım saat, 45 dakikalığına da olsa Patti Smith’le randevuma koşuyorum. Daha önce iki adet Patti Smith deneyimi yaşadığım için süreyi kısıtlı tutabilirim, çünkü Vampire Weekend ile çakışıyor. Patti her zamanki gibi aklımı başımdan alıyor, kopmak zor fakat VW’yi çok merak ettiğimden koşarak uzaklaşıyorum bitmeden. Vampire Weekend’in ‘Contra’sı bir süredir kopamadığım albümlerden. En kaba çerçeveyle indie pop yapan bir ‘kolej’ topluluğu. Beklentim yüksek ama onu da aşıyorlar, mutlu bir insanım. ‘Horchata’yı duymak için konserin final düzlüğüne kadar sabretmek gerekiyor. Sevdiğim insanlara SMS marifetiyle canlı konser eleştirisi yapıyorum, cevaplar “Hain!” şeklinde geliyor. Sonra Danimarka’da çok popüler olan ancak Danimarkalı olmayanlarda büyük bir hayranlık yaratması güç olan Kashmir’e takılıyorum. Yorgunluk alametleri beliriyor ufukta fakat asıl enerji şimdi lazım. Çünkü önce Muse sonra Prodigy var. Muse aşmış. Daha önce sevip dinlediğiniz bir grubun giderek büyüdüğünü, mükemmelleştiğini görmek harika. Solist Matthew Bellamy birinci sınıf rock yıldızı olmuş... Prodigy’de zıplarsam 3 şarkı, zıplamazsam 5 şarkı çıkarabileceğimi hissediyorum. Sahneye çıktıklarında saat gece 01.00. Prodigy’nin sonunu bir yere yığılarak uzaktan getiriyorum.
DÖRDÜNCÜ GÜN: (4 Temmuz Pazar)
Danimarka güneşi de en az Antalya güneşi kadar yakıcı olabiliyor birkaç gün altında gezerseniz. Dört gün festival yiyince yutulan tozu boğazdan dökülen bira ve su temizlemiyor. Bütün gün yüksek volüm, kilometrelerce yürüme, zıplama derken pil bitiyor. Ama son günü çıkartmak da işin şanından ve kadro 10 numara. Motörhead’de sahne önündeyim, başka türlüsü olmaz. Sonra bu yılın en iyi albümlerimden ‘High Violet’ ile kalbimde baş köşeye kurulan The National’a ba-yı-lı-yo-rum. Kasabian gölgede kalıyor hatta. Festivalin final performansı Prince’ten. Yorgunluk filan rafa kalkıyor. Prince’i zaten çok severim ama sevgimi kendisiyle çarparak 300’e katlıyor. ‘Let’s Go Crazy’ ile giriyor, ‘Kiss’ ile bitiriyor. Tam 20 şarkı! Kendi klasiklerini atlamıyor: ‘Purple Rain’, ‘Nothing Compares 2 U’, ‘1999’... Durmayıp Bill Withers’dan ‘Lean On Me’, Sly & The Family Stone’dan ‘Everyday People’, Chic’ten ‘Le Freak’e filan da giriyor. Asırlar sürüyor sahneden inmesi ama bitmesin istiyorsunuz. Tabii bitiyor. Konser de, festival de, festivalci de, yazı da...