Paylaş
Yıl 1999.
Ekonomi Servisi’nin patronu Vahap Munyar “Londra’da bilişim teknolojisiyle ilgili bir toplantı var; ilgilenir misin?” diye sordu.
“Bilişim teknolojisiyle ilgileniyorum dersem en sağlamından, nurtopu gibi bir yalanımız olur fakat Londra ile her koşulda ilgilenirim usta” cevabını verdim.
Çanta toplanırken, her yurtdışı seferinde yaptığım gibi, “Gideceğim şehirde hangi konserler var?” araştırmasına giriştim.
Amanın! Döneceğim tarihte Glastonbury Festival var.
O tarihte 30 yaşıma girmişim, dolanıyorum “30 ne demek be!” diyerek.
Hayallerimden biri rock festivaline gitmek ve fırsat yuvarlanarak önüme kadar gelmiş.
‘Glasto’ya, hele tarih bu kadar yakınken bilet bulmak ancak erotik bir fantezi olabilir, farkındayım, fakat bağlantılarım var.
Hey’de gazeteciliğe beraber başladığımız canım arkadaşım Afşin Akın (şimdi Yüksek Sadakat’in menajeri) o sıralar büyük plak şirketlerinden EMI’da çalışıyor.
“Afşo, Londra’ya gidiyorum ve döneceğim tarihte Glasto başlıyor. Müzik aleminde forsun var mı test etmek istiyorum. Bilet bulabilir misin bana seksi şey?..”
VER ELİNİ GLASTO
Afşin yarım saat içinde aradı: “EMI’ın Hammersmith’teki bürosuna gidiyorsun, Mistır Zabazuba (Adını unuttum o iyi insanın, atıyorum kusura bakmasın!) sana bir adet bilet takdim ediyor. Bu kıyağımı unutmuyorsun...”
Gördüğünüz gibi unutmadım, yıllar sonra da hatırlıyorum.
Bilişim teknolojisi konulu toplantı bitiyor, o toplantı için yanımda götürdüğüm ‘The Takım Elbise’, güzide tren istasyonu Paddington’da kiralık dolaba bırakılıyor ve “Ver elini Glasto...”
Çadırım yok, uyku tulumum yok, cebimde ancak sandviç kemirecek kadar param var fakat umutlu ve mutluyum.
1999 Glastonbury, festivalin çamur deryası şeklindeki tarihine “En güneşli Glasto” olarak geçiyor.
Çimlerin üzerinde konaklayarak Blondie, R.E.M., festival organizasyonu ne verdiyse dinliyorum.
Uzun ve yorucu festival maratonunu bitirdikten sonra kendime bir söz veriyorum: “Fırsat yaratıp her yaz bir rock festivali patlatmaya çalışacaksın Kanat Paşa...”
SALLA BENİ ROSKILDE
Malum, hayat planlara uygun gitmeyen bir hadise.
Her yıl olmuyor, fakat 2003’te devreye bir başka arkadaşım, Tuborg’da çalışan Ece Duyar giriyor:
“Bazı ballı müzik yazarlarını Danimarka’ya, Roskilde Festival’e götürme imkanı doğdu. Tuborg ana sponsor. Sen, ben, Mansur Forutan, Mehmet Tez...”
Oray Eğin’in deyişiyle “Adımız hanutçu gazeteciye çıkacaksa böyle çıksın...” diyerek hareketleniyorum.
3 sene önce (2003 itibariyle) Cimbom’un kupa kaldırdığı Kopenhag’a taş atımı uzaklığındaki (Abartıyorum ama yakındır!) festivale gidiyoruz.
Artık yeni bir festival aşkım var: Roskilde. Salla beni Roskilde, yuvarla beni Roskilde.
2004’ü pas geçip 2005’te bir Roskilde daha yüklüyorum bünyeye.
Sonra 2009’da bir de Glastonbury...
YOLCUDUR ABBAS
Aslında bu yıl için master plan 40’ıncı yılını kutlayan Glastonbury’ye gitmekti.
Ancak Ece arayıp “Roskilde uyar mı koç?” der demez “Oh yeah!” cevabını verdim.
Glasto kadar yoğun olmasa da şahane bir program var.
Ekip kalabalık, seçme yapayım: Vampire Weekend, Gorillaz, The National, Them Crooked Vultures, LCD Soundsystem, Florence & The Machine, Patti Smith, Muse, Kasabian, Motörhead (Yürü be!), Pavement veeee biricik, eşsiz, pamuklara sarılıp saklanası Prince!
Rock festivali demek aynı zamanda kan, ter ve gözyaşı demek.
Bittiği anda siz de bitmiş oluyorsunuz fakat o kadar mutlu bir bitiş ki bu umrumuzda bile olmuyor.
Sevgili okur; benden nefret edebilirsin ama acıma.
Tatil nedir bilmeyen bu fakirin hayattaki tek eğlencesi bu; çok görme, hor görme, kızma...
Söz veriyorum senin için de eşlik edeceğim Prince’e ve emin ol dönünce anlatacağım.
Haydi eyvallah; yolcudur Abbas, bağlasan durmaz...
Paylaş