Paylaş
Sayın Bardakoğlu, “Atatürk’ün Cumhuriyet’i kurarken Diyanet İşleri Başkanlığı’na verdiği önemi ve itibarı bugüne kadar hiçbir zaman göremedik. Onun için iyi giyimliler arasında sırada yürüyen bir kişi olmayı ben kurumuma ve konumuma karşı bir haksızlık olarak gördüğümden bu tip devlet protokollerine pek iştirak etmiyorum” diyor.
* * *
İsteyenin istediği köşesinden tutup tartışabileceği bir konu.
Kimi “1924’teki ilk Diyanet İşleri Başkanı Rifat Efendi’den bugüne protokolde gerilemenin nedenleri ve hadisenin Takrir-i Sükûn Kanunu sonrası gelişimi” konulu makale döşenir, kimi “Hilafeti son halife Abdülmecit’in gittiği yoldan yani Dolmabahçe-Çatalca-İsviçre üzerinden geri getirelim” çağrısı yapar.
Ben işin o kısmına karışmam!
Ya neye karışırım? Bardakoğlu’nun resepsiyon karşıtlığına, onun yanında hatta protokolde olacak iş değil ama “anti-resepsiyon” cephesinde önüne geçerek karışırım.
Sayın Bardakoğlu, resepsiyon sevmezler arasına hoş geldiniz; konumumuz güzeldir.
* * *
Benim resepsiyon sevmezliğimin Sayın Bardakoğlu gibi “3’üncü sıradan 53’üncü sıraya gerilemiş Diyanet, ne gideceğim?” tarzı bir temeli yok.
Nüfus sayımı tarzı bir “resepsiyon sayımı” yapılsa bana kimlik çıkmaz!
Ben genel hatlarıyla resepsiyonlarda kaşıntı tutan, davet geldiğinde okulda aşıdan kaçan tipler gibi davrananlardanım. Ve gayet geçerli sebeplerim var kendimce:
1) Hiper sahte bir etkinliktir; samimiyetsiz selamlaşmalar, jestler ve mimikler ortamıdır.
2) Rahatsız kıyafet giyme mecburiyeti vardır.
3) Normalde karşılaşmamak için şehir değiştireceğiniz insanlarla bir arada bulunmak gerekir.
4) Sevmediğiniz kişilerle bir arada bulunmak neyse, bir de ortam gereği konuşmak gerekir.
5) Haydi konuşmak da neyse, sıkıcı konular konuşmak gerekir.
6) Zorlama kibarlık gerekir, yüksek mevki sahiplerine odaklanmış yağcıların hedefe yönelik salvolarını izleyip “Vah yazık” diye acımak gerekir.
7) Genelde yemekler kötü, şarap berbattır.
8) Berbat şarabı unutmak için çok içen çıkar, gelir sizi bulur, bayıcı muhabbeti dayar, “Esir Türkler’den Kanat” dramı yaşarsınız.
9) İşin daha fenası, siz bu durumu unutabilmek, ortama katlanabilmek için şarabın dibini bulabilirsiniz.
10) Bir kere giderseniz, hep gitmeniz gerekir.
Çabuk yetiş Cem Yılmaz
GÜLMENİN aynı zamanda ıstırap verici bir hadise olabileceğini yıllar önce gittiğim bir Cem Yılmaz gösterisinde bizzat yaşayarak görmüştüm.
Gösterinin bir noktasında gülmekten çenem kilitleniyordu neredeyse.
Cem Yılmaz geçtiğimiz günlerde NTV’de Can Dündar’ın konuğuydu ve müjdeyi verdi: Sahneye dönüyorum.
Bu noktada parantez açmam gerekiyor. Yılmaz’ın 3 Aralık’ta kıymetli ağabeyim Şener Şen’le beraber oynadığı, yine çok sevdiğim bir insan olan Yavuz Turgul’un da yönettiği yeni filmi “Av Mevsimi” gösterime girecek.
Kadroda bir başka usta Çetin Tekindor, genç kuşağın kalburüstü isimlerinden Melisa Sözen ve Okan Yalabık da var. Üstüne üstlük, fragmandan anladığım kadarıyla taş gibi bir polisiye. Merakla beklenmekte tarafımdan...
Can Dündar’ın “şair-i azam”, yani büyük şair Abdülhak Hâmid Tarhan ve Lüsyen Hanım’ın ilişkisi üzerinden yakın tarih okuması yapmaya imkân sağlayan güzel romanı “Lüsyen”i de su içer gibi okumaktayım.
Sevdiğim iki yaratıcı ismi bir arada görmek de ayrı bir güzellikti...
Kapa parantez, bekleme yapma, devam et o zaman...
Cem Yılmaz’ın “Sahneye dönüyorum” müjdesini “Çabuk yetiş usta!” diyerek karşıladım.
Sen gittiğinden beri yüzümüz gülmez oldu.
Filmler aynı etkiyi yaratmıyor, sen de biliyorsun. Koca memleketin yükünü senin sırtına devirmek de yanlış ama yetiş işte.
Biraz yüzümüzü güldür, sonra yine kafanı dinlersin. Bak sen yokken kimlerin eline kaldık, bir de böyle düşün.
Çene kilit olsun, gözler yaşla dolsun; razıyız, yetiş usta!
Paylaş