Bahtsız bedevi pişmiş tavuk ve ben

Kapkaç, cepçilik, tırnakçılık hadiseleriyle ilgili muhabbet açıldığında şöyle ukala ukala gerinip ‘Büyük şehir refleksi diye bir şey var...’ cümlesiyle başlayan klasik bir konuşmam vardır, işte onu devreye sokardım hemen...

‘Sokardım...’ diyorum, çünkü artık ağzımı açacak durumum kalmadı, ben de cep cihazını çarptırdım. Bu noktada daha önce de yaptığımız bir hareketi yapıyoruz; gözleri etrafı bulanık görecek şekilde kısıyoruz ve filmi başa sarma hareketini yapıyoruz...

*

Geçen pazar gününe bildiğimiz manada medeniyetin henüz erişemediği bir insanla benzer koşullarda başladım: Su yok ve elektrikler kesik.

Aslında suyun kesileceğini İSKİ Genel Müdürü haber vermişti. Şaka yapmıyorum. Ramazan boyunca üç kere su kesintisi yaşayınca ‘sorumluların kafalarına künk yerleştirip, baraja yollamak gerek’ gibi bir yazı yazmıştım. Bunun üzerine İSKİ Genel Müdürü arayıp ‘Şundan şundan dolayı kesiliyor. Suçumuzu kabul ederiz ama tek suçlu biz değiliz’ deme inceliğini göstermiş, telefonu kapatırken de ‘Bir şey daha var, cumartesi-pazar su veremeyeceğiz tekrar sizin bölgeye’ demişti.

Suyun kesileceğinden haberdar olmak suyla alakalı faaliyetlerinizde pek işe yaramasa da, en azından sabah musluğa tokat çakmak gibi manasız hareketler yapmıyorsunuz.

Elektrik kesintisini de gündüz saatlerinde pek takmıyorum. Kitabımı okuyabiliyorum, mobil müzik dinleme cihazıyla sakinleştirici albümlere takılabiliyorum filan...

Fakat Cimbom Abi Gençlerbirliği maçını öğlen oynayacak. Maça 20 dakika kalana kadar elektriği bekledikten sonra riske girmeyip mahallede maç gösteren jeneratörlü kahveye yazıldım.

Maç malum, yenildi elemanlar. ‘Su yok, elektrik yok, Cimbom yok! Yavaş gel Hayat Abi, benimki de neticede bir can!’ diyerek İstiklal Caddesi’ne çıktım. Gün içindeki tek olumlu gelişme, bir mağazanın indirimli DVD bölümünden üç adet süper film bulmam oldu.

Bu arada o indirimli ürün sepetlerine dikkat edin, çok sıkı şeyleri çok ucuza alabiliyorsunuz...

Her neyse; baktım dolaşmakla bir yere varamayacağım, Riko’yu aradım ‘N’aber birader, n’apıyorsun?’ diye.

‘Çalışıyorum ama iş bitmek üzere, gelsene’ dedi.

Baktım saat dördü biraz geçiyor. Bakkallara ramazan pidesinin geldiği saat. Yekten bir pide aldım, yanına da Balıkpazarı’ndan eski kaşar filan yapıp Riko’nun kapıya dayandım.

Oruç tutmamışız ama iftar yapacağız, öyle bir durum oluştu. Çay, taze pide, eski kaşar (Topesto buna taşlanmış kaşar der, gülmeyiz ama o her seferinde kendi kendine güler...) üçlüsü eşliğinde muhabbet ettik. Sonra Riko ‘Dışarı mı çıksak lan?’ dedi.

‘Çok kibar bir insanmışsınız... Ne var usta dışarıda bizim görmediğimiz?’ dedim.

‘Kahve içeriz, yürümüş oluruz. Sen evden çıkmama işini abarttın zaten, iki insan gör bari’ diyerek pes etmeyeceğinin işaretini çakmış oldu.

Aldık ceketi, çıktık sokağa. Gideceğimiz yer belli. Mahalle kahvesine oturduk, kahveleri söyledik takılıyoruz.

*

Bu esnada kahvenin kapısı açıldı ve içeri bir müşteri girdi. Bu hayret edilesi bir şey değil tabii. Fakat adam bir süre oturmadı, etrafa baktı, sonra da geldi benim arkamdaki sandalyeye yerleşti.

Şimdi, kahve bomboş... Yani oturacak o kadar yer varken -çok afedersiniz- gelip enseme oturmasına ayar oldum.

Elemanın kılığı kıyafeti gayet düzgün bu arada. Deri ceket giymiş, dik yaka kazak, kadife pantolon vesaire. 40 yaşlarında temiz giyimli, hafta sonu entelektüel faaliyetlerde bulunmak maksadıyla Beyoğlu’na çıkmış insan görüntüsü veriyor.

Fakat peri padişahı olsa, ensemde oturtmam. Bir de kıpır kıpır oynuyor ki arkamda normal şartlarda ‘Birader rahatsız mı oldun?’ diyerek arıza çıkartırım. Fakat tipine baktım, sakin davranma kararı aldım, sandalyemi kenara çektim ve ‘Sığamadınız siz oraya galiba’ demekle yetindim.

Eleman iki dakika sonra sipariş de vermeden kalktı. Kapıdan çıkarken elimi sandalyemin arkasına astığım ceketin cebine attım. Cep cihazı yok. Riko ‘Gitmiş mi bir şey?’ dedi.

Telefonu herhangi bir cebime koymuş olabileceğimi, adamı çevirip hırsızlıkla suçlayıp, hatta belki biraz hırpaladıktan sonra telefonu bulmak durumunda ne kadar ayıp etmiş olacağımızı düşündüm kısa bir süre içinde ve ‘Dur!’ dedim.

Tabii gitmiş telefon...

Riko ‘Dur arayacağım’ dedi.

‘Ne diyeceksin, saçmalama’ dememe kalmadan aradı.

Hırsız konuşmadığı için diyalog diyemeyeceğimiz bu görüşme sırasında Riko kontrolü kaybedip şöyle cümleler kurmaya başladı:

‘Kim olduğunu biliyoruz birader... Bak belli ki salaksın, telefonu bile kapatamamışsın... Getir bırak o telefonu diyorum sana...’

Ben bu arada ‘Abi daha saçma bir durum oluşuyor. Getirir mi ya? Hem ‘Seni tanıyoruz’ ne demek?.. Bırak şurada gururumuzu koruyarak çarpılmış olalım...’ filan diye durdurmaya çalışıyorum.

Fakat Riko kontrolü kaybetti. Sürekli arıyor adamı ve ‘Seni unutmayacağım... İzini süreceğim... Sinyalden bulacağım seni şerefsiz!’ gibi Charles Bronson tarzı cümleler kuruyor.

*

Netice itibariyle, yıllardır millete ‘Telefonu ön cepte taşırsan bir şey olmaz... Belli sokaklara belli saatlerde girme... Çantanın ağzı kapalı mı bak bakalım... Kışın üstün kalınken çarpıldığını anlamazsın, telefonunu, cüzdanını hissedebileceğin şekilde taşı...’ diye konuşan ben, ‘Büyük şehir refleksi’ alanında doktora yapmış olan ben, pazar gecesi bomboş kahvede cebi çarptırdım...

Çarpan arkadaş bu satırları okur mu bilemiyorum? Şayet tekrar karşılaşırsak önce elini sıkıp tebrik edeceğimi bu vesileyle duyurayım. Fakat sonra kaşını açacağım, demedi demesin yani...

Cep cihazını çarptırmanın ardından, önce kalorifer peteklerinde (Niye petek denir, o da ayrı mevzu ya, boş verelim şimdi) problem yaşadım, sonra küçük ölçekte bir su baskını... Bahtsız bedevi ve bir adet pişmiş tavuğu masada karşıma oturtup, ufak rakıyı da açasım ve ‘Neler geldi başımıza bizim kardeşlerim’ diye muhabbet edesim var...

NOT: Telefonlarına ulaşamadığım için bayramda arayamadıklarım kusura bakmasın. Elektronik posta veya SMS yöntemiyle telefonlarınızı ulaştırırsanız, bir sonraki bayramda görüşürüz...
Yazarın Tüm Yazıları