Abdülhamid’in sandukası

KUBBEDEN sandukaların üzerine doğru inen ihtişamlı avize dikkatimi çekiyor önce; Kraliçe Viktorya’nın hediyesi...

Zemini kırmızı halıyla kaplı türbenin sandukaları barındıran bölümüne kapıda asılı Türk bayrağının altından eğilerek girdiğim anda dikkatimi çeken (veya dağıtan) objenin bu dev avize olması tuhaf.
Nasıl gezmem gerektiğini pek bilmediğim bir yerdeyim. “Girerken bildiğim sayılı dualardan birini okumam gerekir mi, sonra okusam veya hiç okumasam olur mu?” gibi sorularım var.
Aslına bakarsanız, niye burada olduğumu bile tam bilmiyorum. Az sonra aktaracağım bazı cevaplarım var “Niye buradasın?” sorusuna ama karşımdaki manzara hepsini sıfırlıyor.
Fantastik, uhrevi, soğuk, çekici, yalnız, asil, eşitleyici, sade, görkemli ama kesinlikle etkileyici bir yerdeyim: II. Mahmud Türbesi.
II. Mahmud, Abdülaziz, Bezmiâlem Vâlide Sultan, Dürrinev Başkadınefendi filan kusuruma bakmasın, asıl işim II. Mahmud’un torunuyla: II. Abdülhamid’in sandukasını görmeye geldim.
¡¡¡
Filmi başa sarayım diyeceğim ama ne kadar başa sarmalıyım acaba?
Üniversiteyle birlikte gazeteciliğe de başladığım yıllarda Cağaloğlu ile Beyazıt arasında her gün tabana kuvvet 3-5 sefer yaparken önünden geçip dururdum.
Girişinde “Türk Ocağı” levhası bulunduğu için, Türk Ocağı “karşı kampa” ait olduğu için, türbe ve mezarlıklardan hoşlanmadığım için, Osmanlı Tarihi’ni müfredat bağlamında “giriş, gelişme ve sonuç” olarak bildiğim ve ötesiyle ilgim olmadığı için ve sayıp döksem yazıyı çorbaya çevirecek pek çok başka nedenden dolayı kapısından içeri adımımı atmamıştım.
Peki niye buradayım şimdi?
Basit, dürüst ve gerçek, yani olması gerektiği gibi bir cevabım var aslında. Daha önce de bahsetmiştim, bir süredir II. Meşrutiyet’le ilgili kitaplar okumayı seviyorum.
“Mizancı Murad Bey’in Hayatı ve Eserleri”, Şerif Mardin, Tarık Zafer Tunaya, Hüseyin Cahit Yalçın, Talat Paşa, Enver Bey, Cemal Paşa, Prens Sabahaddin, Abdullah Cevdet diye diye bu türbenin kapısına geldim işte.
Amacım yağmur bulutlarının vanaları açtığı boş günümde Filibe Köftecisi’nde tıkınmak, Cağaloğlu’ndan Çemberlitaş’a kıvrılıp İletişim Yayınları’na uğrayıp aradığım bir Tarih ve Toplum cildini sormak, sonra o ciltle beraber Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nin bahçesine kurulup kahve içmekti.
İdeal planı uygulamaya koydum. İletişim’de aradığım cildi bulamadım ama başka bir kitap aldım, tam Çorlulu’ya gidecekken II. Abdülhamid’in büyükbabası II. Mahmud’un türbesinde yattığı bilgisi dürttü beni.
“Niye olmasın ki?” dedim, okuduğum, okumakta olduğum bütün o kitapların baş kahramanı, kimine göre “Ulu”, kimine göre “Kızıl” olan Sultan oracıkta yatıyordu işte.
Hüseyin Cahit’ten Prens Sabahaddin’e herkesin zorbalığından bahsettiği, tarihimizin belki de en önemli kırılmalarına sahne olan II. Meşrutiyet’in “esas adamı, kötü adamı”nın mezarını görmek istedim.
¡¡¡
Türbeye girelim o zaman... Kapının iki yanında duran III. Napolyon’un armağanı saatler, dev avize ve bir perdenin arkasında dursa da dekora dahil olan elektrikli süpürge(!) modernlik simgeleri.
Ama asıl etkileyici olan elbette salonu dolduran irili ufaklı sandukalar.
Caddeye en yakın noktada üç padişahın sandukaları duruyor. 1839’da ölen II. Mahmud, 1876’da ölen Abdülaziz ve 1918’de ölen II. Abdülhamid.
Arkalarında kadınların ve şehzadelerin sandukaları sıralanıyor. Ohannes ve Bogos Dadyan kardeşler tarafından yapılan türbenin mimari yapısı muhteşem.
Pencere önlerine yerleştirilmiş rahlelerde Kuranlar bekliyor. Türbede benim dışımda tek bir ziyaretçi var. O da pencere kenarında sessizce Kuran okuyor.
Rahatsız etmemek için onun bulunduğu tarafa gitmiyorum. Zaten II. Abdülhamid köşede beni bekliyor.
Dev bir sandukası var. Üzerinde örtüler, baş kısmında fesi durmakta. Fese dokunmak isteğimi zor dizginliyorum.
“Demek burada yatıyorsun...” diyorum içimden. II. Abdülhamid’den nefretle bahseden satırlar, değer verdiğim yazarlar aramızdan çekiliyor, ölümün eşitleyiciliğinden kaynaklanan bir tür “anlık sempati” geliyor yerine.
Bir dua okumam gerektiğini düşünüyorum. “Kusura bakmayacaksın artık Hüseyin Cahit, kusura bakmayacaksın Resneli Niyazi, adam ölmüş işte!” diyerek gerekeni yapıyorum.
¡¡¡
Çıkışta türbeye yardımda bulunmak isteyenlere kesilen makbuzlar dikkatimi çekiyor, o işi de hallediyorum.
Türbenin haziresinde bir dönemin ünlü isimleri yatmakta. Mermer işçiliği harikası olan Sait Halim Paşa’nın mezarı bir yerde, Ziya Gökalp bir yerde. Basın şehidi Hasan Fehmi bir yerde, efsane Şeyh Bedreddin bir yerde.
Türkiye’nin ne kadar tuhaf bir ülke olduğunu anlıyor insan.
İçeride Abdülhamid yatmakta, dışarıda büyük düşmanı İttihat ve Terakki’nin ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadroların ideolojilerinde en etkili olan kişilerden Ziya Gökalp...
Talat-Enver-Cemal döneminde sadrazamlık yapmış olan, 1921’de Roma’da Ermeniler tarafından öldürülen Sait Halim Paşa türbenin haziresinde yatıyor; türbeyi yapan Ohannes ve Bogos Dadyan kardeşler Ermeni...
Bir türbe ziyaretinden çıkıyorum, 48 bin havai fişek eşliğinde seyredeceğimiz Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında içmek için eve şarap almaya gidiyorum.
Bu ülkeyi ve Cumhuriyet’i niye çok sevdiğimi galiba bu paradokslardan beslenerek anlıyorum.
Hür ve bağımsız bir pazar dilerim.
Yazarın Tüm Yazıları