Paylaş
Ne yazık ki Vizontele, Organize İşler, Kelebeğin Rüyası gibi başarılı filmlere imza atan Yılmaz Erdoğan’ın en kötü projesi ile karşı karşıyayız sayın seyirciler. Bu filme vasatın altı demek, vasata ayıp! Yılmaz bu kafayla giderse, o ‘kelebek’ daha çok rüya görür...
Komedi Dükkanı’nda harikalar yaratan Tolga Çevik bu filmde sıradan bir vodvil oyuncusu olmaktan öteye gidememiş.
Hele şapşal, sakar hareketleri ve sarhoş taklidi üzerinden ekmek yemeğe çalıştıkları sahneler, 80’lerin Olacak O Kadar’ının Levent Kırca’sını bile mumla aratıyor.
Sanki Tolga, artık Cem Yılmaz’ın kayınbiraderi olarak anılmaktan bıkmış; Yılmaz Erdoğan’a gidip “Abi bana bir senaryo yaz da yırtayım şu kayınbiraderlikten” demiş... O da baştan savma, yavan bir senaryoyu Tolga’nın eline tutuşturmuş gibi bir hava var filmin bütününde.
Ezgi Mola’ya gelince... Hülya Avşar’ın “Bana Bir Koca Lazım” albümünün müzik tarihimize katkısı ne ise, Ezgi’nin bu filmdeki performansı da aynen öyle...
Filmde gözle görülür bir ‘script girl’ sorunu da yaşanıyor. Planlar arası devamlılığı sağlayan arkadaşın aklı başka yerde herhalde ki Tolga’nın yüzündeki benin rengi Kapadokya güneşi gibi durmadan değişip durdu.
Filmin belki de tek güzel yanı olan Kapadokya bile ne akla hizmetse Napoli’nin küçük köylerine benzetilmeye çalışılmış.
Reklamlarda, dizilerde, filmlerde hep aynı yüzleri görmekten de çok sıkıldığımı belirtmeliyim artık.
“Acaba bunlar sürekli birbirini kollayan İlimünati gibi bir gizli örgüt üyesi mi” diye düşünmeye başladım.
Tüm bu olumsuzlukların yanı sıra Erkan Can her zamanki gibi ustalığını konuşturuyor. Ama o bile en fazla klişe bir ‘akıl hocası’ rolünde, gerisini siz anlayın... Uzun lafın kısası, bir iki esprinin dışında gülmeyi bırakın, tebessüm bile edemeyeceğiniz bir film olmuş ‘Patron Mutlu Son İstiyor’.
Alfred Hitchcock; “Bir filmin uzunluğu insan mesanesinin dayanıklılığı ile doğru orantılıdır” demiş.
Eğer yazmak zorunda olmasaydım ‘Patron Mutlu Son İstiyor’u mesanemin dolmasını beklemeden terk edecektim...
Kıssadan hisse; bu film Yılmaz Erdoğan’ın kariyerine bir kabus olarak yazılacak. Sinema tarihimizin güldürmek için yola çıkan ama kara kara düşündüren, amacına teğet bile geçemeyen yapımlarından biri olarak hatırlanacak. Dost acı söyler...
Lezzetin asırlık çınarları
Bahçekapı’daki küçük dükkanında akide şekeri yapıp satan Ali Muhittin Hacı Bekir’in kaderi, katı şekerlerden bıkıp artık yumuşak lezzetler isteyen I. Abdülhamid’in açtığı bir yarışmayla tümüyle değişecekti.
Ali Muhittin Bey, bu yarışmada birinci gelip Arapça’da ‘Rahat-ul hulküm’ yani ‘boğaz rahatlatan’ anlamına gelen lokumu icat etmiş ve sarayın şekercibaşılığına getirilmişti.
Bahçekapı’daki küçük dükkandan bir kutu lokum alan bir İngiliz turist ‘Turkish Delight’ı tüm dünyaya duyuracaktı.
Türk lokumu, yıllar geçtikçe ülkenin en önemli markalarından biri olarak öylesine yaygınlaşacaktı ki Madonna’nın şarkılarına bile girdi.
Ali Muhittin Bey’in bu keşfi hâlâ damaklarımızdaki tadını koruyor...
Lokum kadar ünlü olmasa da yüzyıldır bize aynı lezzeti sunan başka markalar da var.
İşte onlardan küçük bir demet...
Tarihi Sultanahmet Köftecisi Selim Usta:
1920 yılında Doğu Türkistan göçmeni Mehmet Seracattin Efendi tarafından küçük bir mangalın üstünde başlayan öykü, bugün tüm dünyanın tanıdığı bir lezzet efsanesine dönüştü. Ama menüsü kuruluşundan beri hiç değişmedi; köfte, piyaz, irmik helvası...
Yanyalı Fehmi Lokantası: Yanya göçmeni Fehmi Efendi’nin, sarayın ustalarından Hüseyin Efendi ile ortak olarak açtığı ve 95 yıldır Kadıköy’de tencere yemekleri yapan esnaf lokantası...
Giderseniz Yanya Köftesi ve paşa kebabı yemeden
dönmeyin.
Ali Baba Balıkçısı:
Kireçburnu’nda 94 yıl önce Palabıyık Ali’nin berber dükkanının önündeki bahçede mangalın üstüne konan palamutları tadanlar farkında olmadan bugünkü Ali Baba’nın temellerini atıyordu. 1920’de kır gazinosu haline getirilen mekan, o gün bugündür boğazın en başarılı balıkçılarından biri oldu.
Hacı Abdullah Lokantası: 1888’de bizzat Sultan II. Abdülhamit tarafından işletme ruhsatı verilen Abdullah Efendi Lokantası, ilk yıllarında ülkeyi ziyarete gelen resmi ve özel heyetleri ağırlamıştı.
Hâlâ Abdullah Efendi’den kalma tariflere göre yemeklerin pişirildiği lokanta bugün Beyoğlu Ağacamii Sokak’ta tarihle lezzeti birleştirmeye devam ediyor.
Pando Kaymak:
1895’ten beri Beşiktaş çarşıdaki eski mahalle bakkallarını andıran dükkanın şöhreti, lüle lüle dürülmüş kaymağından geliyor.
Dededen kalma dükkanın işletmeciliğini Pandeli Şestakof ve eşi yapıyor. Ama onlardan sonra ne yazık ki Pando Kaymak’ın efsanesini devam ettirecek başka nesil yok...
Yedi Sekiz Hasan Paşa Fırını: 1900’lü yıllarda Beşiktaş Karakol Komutanı Çorumlu Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın oduncusunun açtığı, sadece ekmek çıkarıp mahalleliden gelen tepsileri pişiren fırın hâlâ İstanbul’un lezzet simgelerinden biri.
Beşiktaş çarşıda balıkçıların yan tarafındaki sokağın içindeki fırının favorisi vişneli mekik...
Ben Bond, müptezel Bond
Küba krizinin başlamasından hemen önce Başkan Kennedy, büyük hayranı olduğu James Bond’un yaratıcısı Ian Fleming’le tanışmış.
Kennedy’nin başı Castro ile fena belada o sıralar. Karşısında Bond’u yazan adam olunca da sormuş hemen Başkan, “Siz ‘kötü adamlardan kurtulmak’ konusunda gerçek bir dahisiniz. Lütfen söyleyin, biz nasıl kurtulacağız şu Castro’dan...”
“Onun kerameti sakalında” diye cevap vermiş Fleming.
“Sakalsız bir Castro herkes gibi sıradan bir insan olacaktır. Eğer siz sakallı insanların radyoaktivite taşıma riskinin çok büyük olduğu dedikodusunu yayarsanız, Castro da korkudan sakallarını keser ve o efsanevi iktidarını da kaybeder. Sorarım size Sayın Başkan, kim sıradan bir insanın peşinden gider ki?”
Geçenlerde British Medical Journal’da yayınlanan bir makaleyi okurken aklıma işte yukarıdaki anektod geldi. Doktorlar, Fleming’in 14 romanını da inceleyip James Bond’a ‘check up’ yapmışlar ve ilginç sonuçlara ulaşmışlar. Meğer bizim ajan tüm romanları boyunca sadece 13 gün ayık kalmayı becerebilmiş. Maazallah 007 gerçekten yaşasaymış, bu hesaba göre genç yaşta siroz olup erkenden öbür dünyayı boylayacakmış.
Doktorlar Bond’un araba kullanmasının da bir mucize olduğunu saptamışlar çünkü kanında her zaman normal limitin 4 katı alkol bulunuyormuş.
Günde 60 sigara içen Bond abimiz, bu kadar tütün ve alkolden sonra yatağa attığı fıstıklar konusunda da büyük hayal kırıklığı yaşardı diyor uzmanlar...
‘İşsiz güçsüz çavuşlar’ misali koskoca doktorlar herhalde bu araştırmayı gençlere, bir zamanların efsane kahramanlarının aslında nasıl sağlıksız yaşadıklarını göstermek için yapmış olmalılar. Öte yandan Bond ile Fleming arasındaki benzerlikler de şaşkınlık verici. Ian Fleming de 2. Dünya savaşında T Force komando bölüğünü yöneten usta bir ajanmış.
O da James gibi Eton kolejinden mezun olmuş. Biraz araştırınca Fleming’in hep olmak istediği ama bir türlü beceremediği karakteri Bond’a kodladığı anlaşılıyor...
Çapkınlık meselesine gelince... İşin perde arkasında Ian Fleming’in kadınlara karşı fobisi olduğu, bunu telafi edebilmek ve içinde kopan fırtınaları bastırabilmek için 007’yi devamlı güzel kadınlarla yatağa soktuğu da hakkındaki iddialar arasında.
E be usta, sen romanlarında adama paso içki içtirip, sigarayı da ağzından düşürmezsen ne bekliyordun ki?
Sonra günün birinde elalemin doktorları bir ‘bilimsel’ makale ile Bond’un ne kadar müptezel olduğunu ortaya çıkarır, gençliğimizin efsanevi kahramanını işte böyle rezil ederler herkese...
Paylaş