Paylaş
Londra BBC Türkçe yayınlar bölümünde o saatlerde nöbetçi olan genç adam, küçük bir masa lambasının ışığı altında önüne gelen haberleri inceliyor, gerekenleri Türkçe’ye çeviriyordu.
Sabah bültenine az bir süre kalmıştı.
Haberlerden birini eline alınca dondu kaldı: Nazım Hikmet ölmüştü. Önce kapıyı kilitledi, sonra masasının gözünden içki şişesini çıkardı. Bir yandan içiyor, bir yandan kendi kendine Nazım’dan şiirler okuyordu.
Alt katta, televizyon stüdyosunda ise kıyamet kopuyordu. Neredeydi bu adam?
Haberlerin başlamasına dakikalar kalmıştı. Yukarıya adam gönderdiler, kapı kilitliydi, telefonlara cevap veren yoktu.
O gün sabah yayını yapılamadı. Ertesi gün ise Can Yücel, BBC’den kovuldu ve Türkiye’ye döndü... 16 Ağustos 1999’da kaybettiğimiz Can Yücel, kuşkusuz Türk şiirinin en ilginç şahsiyetlerinden biriydi. Huysuz, küfürbaz, hergele, içkici, anarşist ve delikanlı özellikleriyle Can Baba lakabını sonuna kadar hak ediyordu. Tıpkı şu örnekte olduğu gibi:
Kızdığı birine ‘g.t’ yazdığı için yine hakim karşısına çıkmış ve savunmasını şöyle yapmıştı: “Köyde adamın biri ateşlenince kasabadaki doktora götürmüşler. Doktor bir fitil verip ‘anüsten kullanacaksınız’ demiş. Hasta ve arkadaşları köye dönmüş ama akıllarında bir soru; ‘Anüs ne ola ki?’ Utana sıkıla doktora telefon açıp sormuşlar.
“Makattan verin” demiş adam bu sefer de... Demiş ama makatı bilen de yok köyde. Üçüncü aramada artık doktor dayanamamış “G.. tüne sokun” diye bağırmış. Yani hakim bey işin aslı şu; bizim orada g..te, g..t derler.” Peki neden küfürle özdeşlemişti Can Baba? Bir röportajında bu sorunun cevabını şöyle veriyordu: “Türkiye’de insanlara tanınan özgürlüklerden kala kala küfür etme özgürlüğü kaldı. Onu elden kaptırmamak lazım. Küfür etme özgürlüğüne sahip çıkmak lazım.”
Yazdığı şiirlerden dolayı başı beladan bir türlü kurtulmamıştı Can Yücel’in. Hakkında, Meryem Ana’ya saygısızlıktan Atatürk’e hakarete, devleti ve devlet erkânını tağyir ve tezyife kadar birçok dava açılan şair bir süre de dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in açtığı hakaret davasıyla uğraşmıştı. Ortaya yüzlerce başyapıt koymasına rağmen yine de şiirlerine pek yüz vermezdi: “Ben şiiri ciddiye almıyorum ki, yeter ki şiir beni ciddiye alsın! Şiir davetsiz misafirdir... Pat diye gelir. Ya bir Afrika menekşesini ya ölen bir delikanlıyı bahane eder, oturur karşıma, kaldırabilirsen kaldır artık.” Can Yücel, biraz da Neyzen Tevfik’i andırır. Her ikisi de, haklarında yayılan efsaneleri ciddiye almazdı. Bugün internette yüzlerce sahte Can Yücel şiiri dolaşmaktadır.
Hatta bunlardan biri, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ortaokul kitaplarına alınmıştır. İnternette dolaşan bir başka hikayeye göre Can Yücel ve Prof. Gazi Yaşargil çocukluk arkadaşıydı. Ankara Gazi Lisesi’ni bitirince burslu okumak için ‘Yurtdışına Öğrenci Gönderme Programı’ çerçevesinde başvurularını yaparak sınava girmişler ve her ikisi de kazanmışlardı. Devrin Maarif Vekili ise Can’ın babası Hasan Ali Yücel’di. Hasan Bey, “oğluna torpil yaptı” denmesin diye bursu sadece Gazi Yaşargil’e verdi. Can böylece Avrupa’ya gidemedi.
Bu olayın baştan sona palavra olduğunu yıllar sonra Gazi Yaşargil bir röportajında şöyle anlatacaktı: “Evet Can ile çok iyi arkadaştık ama ikimize de burs verilmedi. Ben Viyana’ya gittim, Can da Londra’ya. Kendi imkanlarımızla okuduk...”
Başka bir şehir efsanesi de bir televizyon programında “Nazım Hikmet bir kartpostal şairidir” diyen Duygu Asena’ya, Can Yücel’in verdiği şu cevaptır: “Kart sensin, postal da sana girsin...”
O televizyon kaydı hiçbir zaman bulunamadı ama cevabı çok seven halkımız arasında bu ‘espri’ efsane haline geldi.
Rahmetli Duygu Asena bu lafı söylemediğini 15 yıl anlatmaya çalıştı. Sonunda 1987 yılında şair Ece Ayhan ile yapılan bir söyleşide durum biraz olsun açıklığa kavuştu. Nazım için söylenen o cümlenin sahibi Ece Ayhan’dı. Ayhan, “Nazım’ın büyük şair olduğuna hiç kuşku yok ama 1950 sonrası yazdıkları, kartpostal şiirleridir” diyordu.
Daha sonra Sunay Akın bu tartışmayı şöyle noktalamıştı: “Bunun doğru olmadığını ben biliyordum. Can Yücel bana ‘Duygu öyle şeyler söylemez, taş...lı kadındır’ demişti.” Rahmetli Asena, yılarca bu yükü omuzlarında taşıdı ama Can Yücel deyince akan sular duruyordu. Mahallemizin ‘delikanlı’ abisi ömrü boyunca inandıklarını dobra dobra söyledi. Ne iktidarlardan korktu, ne ölümden... Can Baba’nın şu cümleleri belki de ona en yakışanıdır: “İnsan ölümle bitişik yaşarsa, bu ölüm korkusu daha fazla yaşama sahip çıkmaya yol açar. Daha ‘tam’ yaşamayı sağlar. Düşünmemeyi eksiklik hissediyorum. Sonunda hiç ölüm yokmuş gibi yaşıyor insan...”
Yeni sezonda yerli dizilerden 10 beklentim
Bir Çağatay’la Kıvanç, Beren’le Seranay tamam da artık biraz yeni yüzlere, yeni yeteneklere şans verilsin. Sıkıldık 3-5 isim arasında dönüp durmaktan.
İki Gençlik dizilerinde gençler gerçekten genç, polisiye dizilerde kahraman lütfen kurşun geçiren normal insan olsun.
Üç Dizilerin yayın günleri değişmesin, kanaldan kanala gezip durmasın. Sevdiğimiz dizinin nerede, hangi gün yayınlandığını bulacağız diye şaşı oluyoruz.
Dört Şişman karakterler yalnız komedi dizilerinde olmasın. Kimin çevresinde bu kadar manken gibi insan var, merak ediyorum.
Beş Geçmişteki dizilerin fenomen olmuş karakterlerinin yandan çarklılarını, ‘herkes bunu konuşacak’, ‘herkes bunu izleyecek’ iddiasıyla ısıtıp ısıtıp önümüze sürmeyin. Eskiye rağbet olsa, bitpazarına nur yağardı.
Altı Özetler, önceki bölümün neredeyse tamamı kadar uzun olmasın. Yeni bölümü beklerken ekran başında ihtiyarlıyoruz.
Yedi Koskoca yapım tek bir oyuncuya mal edilmesin. Eğer bütün diziyi Kıvanç götürecekse, adama Robinson Crusoe temalı bir senaryo yazın, olsun bitsin.
Sekiz 90 dakikayı uzun uzun bakışmalar, araya giren siyah ekranlar, devamlı bir şey olacakmış hissi veren gerilimli müziklerle doldurmayın, artık gına geldi.
Dokuz Sezon öncesi verdiğiniz röportajlarda “Bizim ekipte öyle bir sinerji var ki...” gibi cümleler sarf edecekseniz, hiç konuşmayın daha iyi... İçimiz, dışımız sinerji oldu.
On Yalan Dünya sezona başlamadan önce Gülse Birsel benimle röportaj yapsın.
Tepeden tırnağa aşk, her zerresinde sevgi: Hacıbektaş Veli
Şu günlerde 13. yüzyıl Anadolu’sunun gönül piri Hacıbektaş Veli anılıyor çeşitli etkinliklerle. Her sene gitmeye niyetleniyorum ama maalesef hep son anda bir aksilik çıkıyor.
Ama sözüm söz, seneye bugünlerde mutlaka Hacıbektaş ilçesinde olacağım ve o büyülü atmosferi orada yaşayacağım. Savaş yerine barışı, düşmanlık yerine dostluğu, kin yerine sevgiyi ve hoşgörüyü benimseyen Hacıbektaş öğretisine belki de en çok ihtiyaç duyduğumuz zamanlardayız. Din adına kafa kesen, can alan, kadın çocuk acımadan katleden tepeden tırnağa yanlış, baştan aşağı hastalıklı bir anlayışa karşı, 700 yıl öncesinden gelen bir umut ışığı Hacıbektaş. Onun hepimize rehber olması gereken sözlerinden seçtiğim bir kaçını yazıyorum. Tamam, belki gidemedik ama unutmadık, ben de gönül pirini bu şekilde anıyorum...
Dili, dini, rengi ne olursa olsun, iyiler iyidir.
Okunacak en büyük kitap insandır.
İnsanın değeri, yüreğinin ağırlığı kadardır.
Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu.
Özünü bilirsen özürden kurtulursun.
Mârifet, nefsi silmek değil, bilmektir.
Asıl kör, nankördür...
Paylaş