Korumam yok inandığım güvenlik ta yukarıda

Çocukluğumun efsane dizisi “6 Milyon Dolarlık Adam”ı ağzım açık izlerdim. Karşımda milyar doları aşan cirosuyla Fortune dergisinin “en başarılı 500” listesine giren Türk işadamlarından biri olunca garip hissettim kendimi doğrusu.

Haberin Devamı

O, 30 bin dolarlık kaldırım işinden 37 bin çalışanlı bir dünya devine dönüş hikayesinin baş kahramanı... Alanında zirveye çıkmış, eserleriyle 5 kez Guinness Rekorlar Kitabı’na girmiş bir işadamı, yıllarca profesyonel olarak spor yapmış bir basketbolcu, gerçek bir koleksiyoner ve sanat tutkunu... Dile kolay yazları sıcaklığın 50’li dereceleri gösterdiği, 3000 km. ötedeki Türkmenistan’a 22 yılda 2000 kereden fazla uçmuş. Ama hepsinden önemlisi anın tadını çıkarmaya çalışan, kendisiyle dalga geçebilen ve müthiş mütevazılığıyla tanınan bir yaşam ustası; huzurlarınızda Erol Tabanca...

Korumam yok inandığım güvenlik ta yukarıda

* Fortune 500 Listesi’ndeki bir adamın karşısında küçük esnaf misali oturuyorum ve merak içindeyim... Buralara nasıl geldiniz?

Haberin Devamı

- Ne öyle zengin bir geçmişim ne de gariban edebiyatı yapacak durumum var. Orta halli bir ailenin çocuğu olarak Eskişehir’de dünyaya geldim. Lise bitince Ankara’da mimarlık okuduktan sonra da inşaat şirketlerinde çalışmaya başladım.


* Kariyerinizin kırılma noktası ne?

- Ona kırılma noktası değil de “Sliding Doors” diyorum. Hatırlar mısın o filmi?


* Hatırlamaz olur muyum...

- İşte benim hayatımdaki en önemli “sliding door” 92’de Türkmenistan’a gitmek oldu.


* Neden Türkmenistan?

- İnan coğrafyam o kadar kötüydü ki, sorsalar haritada yerini bile gösteremezdim ama hayat beni o topraklara sürükledi.


* Sizinki gerçekten de ilginç bir başarı öyküsü. Haritada yerini bile bulmakta zorlandığınız ve bir günde karar verip gittiğiniz ülkede yaptığınız işlerle, yıllar sonra dünya çapında bir müteahhitlik firması haline geldiniz...

- Türkmenistan’da 2 yıl yöneticilik yaptığım firmada işlerin hayal ettiğim gibi ilerlemediğini görünce, kendi şirketimi kurmaya karar verdim. Her şey 30 bin dolarlık bir kaldırım işiyle başladı. Daha sonra parktı, pazar yeriydi derken projeler küçükten büyüğe doğru ilerledi.


* Belki kötü bir espri olacak ama 30 bin dolar bütçeli “kaldırım mühendisliğinden” 30 bin çalışanı olan dev bir şirketin yönetim kurulu başkanlığına giden hikayede şansa hiç mi yer yoktu?

Haberin Devamı

- Biz bu espriyi kendi aramızda da sıkça yaparız ama en doğru tanım “doğru zamanda doğru yerde olmak” diyebilirim. Fakat daha da önemli bir şey var, o da çalışkan, dürüst ve ahlaklı olmamız. O coğrafyada sözünü tutan, işini düzgün yapan insanlara ihtiyaç vardı. Anlayacağın güvenilirlik ciddi bir anahtar. Biz de asla bundan taviz vermedik. Dile kolay 22 senedir Türkmenistan’dayım.


* Allah da “Yürü ya kulum” demiş anlaşılan...

- Hani “Nazar etme ne olur, çalış senin de olur” diye bir klişe vardır ya, bizimki biraz o hesap. Doğruya doğru, ömrümüz çalışmakla geçti.


* Dikkat ettim de başından beri hep “biz” diyorsunuz...

- Ortaklarım Cem (Siyahi) ve Abdullah’la (Gözener) eski dostuz. Apo üniversiteden, Cem ise Eskişehir’den arkadaşım. Ayrıca performansından dolayı küçük hisse verdiğimiz bir ortağımız daha var.

Haberin Devamı


* Türkiye’de en uzun ömürlü şirketlerin aile şirketleri olduğunu düşünürsek, ortaklıklara dayalı Polimeks’in bugünlere gelmesi de ayrı bir başarı... Olmuyor mu hiç kavga dövüş?

- Biz rollerimizi her zaman çok iyi tarif ettik ve o yönde ilerledik. Üç balık burcu gayet uyumlu çalışıyoruz.


* Var mıydı çocukluk hayalleriniz arasında böylesine büyük bir şirketin başında olmak?

- Çocukluk yıllarımda para kazanmak üzerine hiç hayal kurmadım. Tek isteğim iyi bir sporcu olabilmekti. Uzun yıllar profesyonel basketbol oynadım. Ortaokuldayken de aynı anda masa tenisi, voleybol, basketbol ve atletizm takımındaydım. En sevdiğim şeylerden biri beden eğitimi odasının temizliğini yapmaktı.


* O niye?

Haberin Devamı

- Çünkü o zaman odanın anahtarı bende olur ve ders dışında da istediğim topu seçip bahçede oynayabilirdim. Okul maçlarından önce dağıtılan formaları geceleri yatağın üzerine serip hayran hayran onlara bakardım.


* Spora olan bu düşkünlüğünüz hâlâ devam ediyor mu?

- Etmez olur mu? Dünyanın neresinde olursam olayım, spor günlük programımda mutlaka var. İstanbul’da olduğum zamanlarda ise şirkete koşarak ya da bisikletle giderim.


* Herhalde koşarken arkanızda 10 kişilik bir koruma ordusu sizi takip ediyordur?

- Hayır ne koruması? Korumam yok benim. İnandığım güvenlik ta yukarıda zaten... Her şey alın yazısından ibaret değil mi?


* Tek bina diken “taşeronlar” ekonomi sayfalarında boy göstermek için yırtınırken, nedir sizin bu medyadan uzakta kalma çabanız?

Haberin Devamı

- “Şunu yaptık, bunu yaptık” diye anlatırken ister istemez kendimi övmüş oluyorum. Açıkçası bu da bana biraz ayıp geliyor. Çünkü yaptıklarımızın hiçbiri tek başına başarılmıyor. Bir yanda ortaklarım, diğer yanda şirket çalışanları olmak üzere binlerce emekçinin alınteri var arkasında. İsveç’te bir duvar yazısı görmüştüm, “Bu işyerinde iş kotarmak, siyah pantolon giyerken altına işemeye benzer. Durumu kimse fark etmez ama sen işeyince büyük bir rahatlık hissedersin” diye. Bizimki de böyle bir durum işte.


* Basından kaçıyorsunuz ama projelerinizle Guinness Rekorlar Kitabı’na girmeyi adet haline getirmişsiniz...

- (Gülüyor) Türkmenistan’da yaptığımız her projenin kendi içinde bazı özellikleri oluştu. Mesela Türkmen Yıldızı şeklinde inşa ettiğimiz bina, yıldız formundaki en büyük yapı olarak Guinness’e girdi. Daha sonra bir anıtta da dünyadaki en büyük bronz rölyefi kullandığımız için tekrar Rekorlar Kitabı’nda yerimizi aldık. Tabii biz bunları Guinness’e girelim diye yapmadık. Bazen işin doğası o kadar sıra dışı oluyor ki, rekor da sürecin doğal bir parçası haline geliyor.


* Hakikaten konu iş hayatı olunca ağzınızdan cımbızla laf alıyorum. Kısaca sayılarla şirketinizden biraz bahsedin, ondan sonra söz işle ilgili başka soru yok!

- Polimeks, Fortune 500 Türkiye 2015 listesinde 30. sırada... Aynı araştırmaya göre 37 bin çalışanımızla istihdamda Türkiye ikincisi ve ihracatta Türkiye sekizincisiyiz. Engineering News Record’ın En Büyük 250 Müteahhit listesinde de dünya 62.’si, Türkiye’de 3.’süyüz. Az önce söylediğim iki tanenin dışında toplam beş projemizin de Guinness Rekorlar Kitabı’na girmişliği var. 20 yıl gece gündüz, kocaman bir ekiple çalışınca ortaya böyle bir tablo çıkıyor.

Korumam yok inandığım güvenlik ta yukarıda

İNŞAATÇILIĞIN STRESİNİ SPOR VE SANATLA ATIYORUM


* Sporculuk hikayenizi dinledik, peki sanat tutkusu ve koleksiyonerlik nasıl başladı?

- Mimarlık eğitimi alırken ister istemez sanatla iç içe olmak zorundasınız. Haliyle sanat aşkımın o günlerde başladığını düşünüyorum. Tabii biraz da imkanlarla ilgili bir durum bu. “Okuldan mezun olduktan hemen sonra mı sanatla ilgilenmeye başladın?” diye sorarsan, tabii ki hayır! Ne zamanki galerileri, sergileri, müzayedeleri gezmeye başladım, işte o zaman ilgim yoğunlaştı. İtiraf etmeliyim ki, biraz da bu işe bilinçsizce eserleri toplayarak başladım.


* Anladığım kadarıyla siz de bu tutkunuza “Dur” demek istemediniz...

- Şimdilerde bu durum biraz daha sistematikleşti. Açıkçası bundan da büyük keyif alıyorum. Hedefim Eskişehir’de bu eserleri sergileyebileceğim bir müze açmak.


* Merakımı mazur görün ama şu an nerede duruyor onca eser?

- Koleksiyonun yüzde 20’si şirketin koridorlarında sergileniyor. Bir kısmı da Alaçatı’daki otelimiz Alavya’da... Sanat galerisi gibi, düzenli olarak değiştiriyoruz. Geriye kalanlarsa Polart adını verdiğimiz sanat deposunda... Bazı çalışanlarımız sanat eserleri alarak yatırım yapmaya başladılar. Bunu bilmek gerçekten çok güzel çünkü sanat aşkı paylaştıkça çoğalıyor.


* Bu kadar işin arasına, Sezen Aksu ile Kraliyet Filarmoni Orkestrası’nı bir araya getirme fikrini nasıl sıkıştırdınız?

- Aslında bunun hikayesi çok eskilere dayanıyor. 76’da üniversite için Ankara’ya geldiğimde Şeker Öğrenci Yurdu’nda kalıyordum. Elimde valizimle yedinci kattaki odama çıktığım ilk günü unutmam. Sezen Aksu o zamanlar daha yeni popüler olmuş. Bir yandan dolaba eşyalarımı yerleştiriyorum, bir yandan da Minik Serçe dinliyorum. Dolabın kapağına da Hey Dergisi’nden çıkan Sezen posterini yapıştırmışım.


* Bir Sezen hayranlığınız var yani...

- Olmaz olur mu? 2-3 yıl sonra arkadaşlarla bekar evine çıkmıştık. Bir gün bir tanesi bana Beatles’ın, şarkılarını Londra Filarmoni Orkestrası eşliğinde seslendirdiği kasedi hediye etti. Öylesine keyifle dinlerdim ki, anlatamam.


* Klasik müziğe daha önceden bir ilginiz var mıydı?

- Öğrenci yurdunda kalırken Gazi Eğitim Müzik Grubu’ndan arkadaşlarımızla toplanıp Oda Orkestra’nın konserlerine giderdik. Klasik müzikle ilk kez böyle haşır neşir oldum. Pazarları da Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın performanslarını hiç kaçırmazdım. Öğlen saatlerinde çantamı alıp önce senfoni dinlemeye, ardından da maça giderdim. O yıllarda profesyonel basketbolcuydum.


* Konudan konuya geçince Sezen’i unuttuk...

- Sezen unutulur mu hiç canım? O bahsettiğim Beatles albümünü dinlediğimden beri “Keşke bizden bir sanatçının besteleri de böyle çalınsa” diye hayal ederdim hep. Aradan yıllar geçti ve Rana’yla evlilik yıldönümü partimize Sezen geldi. Ayaküstü “Ya benim böyle bir hayalim var biliyor musun?” dedim, o da “Hakikaten ne güzel olur” deyip geçiştirdi.


* Peki hayaller nasıl gerçek oldu?

- Şirketin 20. yılı için özel bir gece düzenleme fikri ortaya çıkınca Mustafa Oğuz’u arayıp, “Sezen’le böyle bir proje yapabilir miyiz?” diye sordum. Mustafa da “Abi, ben bir araştırayım” deyip işe koyuldu. Önce Londra Filarmoni’yle görüştüler fakat zamanları uymadı ve sonunda Royal Filarmoni’yle anlaştık. Sonra işin hayata geçirilme kısmı başladı. Öyle hadi deyince olmuyor sonuçta, parçaların klasik müzik orkestrası çalacak şekilde yeniden düzenlenmesi gerekiyordu. İşin bu kısmını dünyaca ünlü Türk müzisyen üstlendi. Bir de konuk şef olsun isteyince; Andrea Bocelli ile de defalarca dünya turnesine çıkmış meşhur şef Marcello Rota ile anlaştık. Anlayacağın, gerçekten uluslararası düzeyde ve kalıcı bir proje oldu.

 

DOMİNANT BİR BABA DEĞİLİM


* İşe koşarak veya bisikletle gitmek dışında neler yapıyorsunuz?

- Dediğim gibi uzun süre profesyonel olarak basket oynadım. Son dönemde daha çok kardiyo, body building, kayak ve surf yapıyorum.


* Hepsi bireysel sporlar. Yoksa yenilgiyi kabul etmeyen bir karakteriniz mi var?

- Sporda çok hırslıyımdır, basket maçında yenildik diye ağladığımı bilirim. Ama onun bir spor olduğunun ve sonuç ne olursa kabul edilmesi gerektiğinin de farkındaydım hep... Çocukları takım sporu yapmaya teşvik etmek şart. Çünkü o “birlikte” yenmenin getirdiği gururu ve yenilginin üzüntüsünü paylaşmak hayatı paylaşmayı öğreten en önemli şeydir. Dediğin doğru, ben artık bireyselleştim çünkü bu saatten sonra takım sporu yapacak ne gücüm ne de vaktim var.


* Çocuk demişken haydi gelin biraz da kızınız İdil’den bahsedelim. Böylesine güçlü bir baba, kızının hayatında da dominant mı?

- Hiç öyle bir baba olmadım. İdil’e çocukluk yıllarında “Ben mimarım, inşallah sen de iç mimar olursun” falan diyordum. Bir gün yakın dostum, rahmetli Esat Edin’e “İdil mimar olmak istemiyor galiba, hayali neymiş; bir konuşsan ya” diye rica ettim.


* Kendiniz niye sormadınız?

- Beni üzmemek için rahat cevap veremez diye düşündüm. Ayrıca Esat Yale mezunu olmakla birlikte, Yale’e gidecek öğrencilere bu konuda profesyonel danışmanlık veren biriydi. Neyse, baş başa dört saat konuştular ve çıkışta Esat “İdil mimarlık okumak istemiyor. Hayali sinemacı olmak” dedi.


* Sükut-u hayale uğradınız mı...

- Tam aksine “Kızım sen ne yapmak istiyorsan, gücümün yettiği kadar arkandayım” dedim. Bana sarılıp öyle bir ağladı ki, işte o an kendi isteklerimiz doğrultusunda zaman zaman çocuklarımızı ne kadar gerdiğimizin farkına vardım. Zaten hemen akabinde de İdil Amerika’ya gitti. Liseyi de orada bitirdikten sonra üniversitede sinema eğitimi aldı.


* O zamandan beri yurt dışında mı yaşıyor?

- Üniversiteden sonra bir ara buraya geri döndü fakat sonra New York’a gidip bir dergide çalışmaya başladı. Derginin sahipleri işi götüremeyecek duruma gelince, bizim de desteğimizle İdil çalıştığı dergi Bullett’ı satın aldı. Öylesine başarılı oldu ki, o alanda parmakla gösterilen isimlerden biri haline geldi. Derken senaryo yazmak için Los Angeles’a dönmek ve sinema alanında ilerlemek istedi. Şu günlerde bir yandan senaryo yazıyor Oğlumuz Emrecan benim yolumdan ilerleyip mimarlık okumayı seçti, diğer kızım Selina ise sanat üzerine eğitim alıyor.

Korumam yok inandığım güvenlik ta yukarıda

SİLAHLI KUVVETLER GİBİYİZ MAŞALLAH


* Bullett İngilizce “kurşun” demek olduğuna göre soyadınız Tabanca’ya ince bir gönderme var sanki... Sahi nedir soyadınızın hikayesi?

- Nereden geldiğini tam bilmiyorum ama tahminimce öykümüz kavaf olan babamın dedesine dayanıyor. Sen sormadan söyleyeyim eskiden ayakkabıların tabanlarını yapanlara kavaf denirmiş. Büyük ihtimalle ona “tabancı” diyorlardı, yanlış yazılmalar sonucu evrilip Tabanca olmuş soyadımız. Yoksa bizim tabancayla ne işimiz olur? Bak şimdi bizim soyadımız Tabanca, enişteminki Tetik, eniştemin annesininkiyse Tüfek. Rana da bize Mr& Mrs. Bang Bang lakabını taktı. Anlayacağın, Silahlı Kuvvetler gibiyiz maşallah (kahkahalar).


* Duyduğum kadarıyla bazen soyadınız yanlış anlaşılmalara da sebep oluyormuş...

- Aynen öyle! Bir gün beğendiğim bir evi almak için sahibini arayıp “Ben Erol Tabanca” diye randevu istedim. “Aaa çok memnun oluruz, bekliyoruz” falan dediler. Neyse uzatmayayım ben eve gittim, bir baktım 60’lı yaşlarda 7-8 tane kadın oturuyor içeride. Şaşırdım kaldım, karşılarında beni bulunca onlar daha da çok şaşırdılar. Meğer o kadar kadın benimle değil Erol Sabancı’yla tanışmak için gelmiş.


* Eşiniz Rana Hanım’a evlilik teklifiniz de en az bu kadar şaşırtıcı olmuş...

- (Gülüyor) 50. yaş günümdü. O zaman daha Rana’yla evli değildik. İdil’in annesi telefon açıp “İdil New York’tan yaş günün için mi geliyor?” diye sorunca, bir şeyler döndüğünü anladım. Yoksa kızım ne diye doğum günüm için ta Amerika’dan kalkıp buralara gelsin? Ortağım Cem’in “Bizimki geliyormuş, bundan haberin var mı?” falan diye ağzını aradım “Yok” deyip geçiştirince uyandım. 40 yıllık dostumun bana yalan söyleyip söylemediğini anlamaz mıyım (gülüyor).


* Film kopmak üzere...

- “Doğru söyle, ben de Rana’ya bir sürpriz hazırlıyorum, çakışırsa güme gider” diye ben de bir oyun oynadım. Hakikaten de acaba evlilik teklifini o güne mi denk getirsem diye kafamda önceden kuruyordum. Cem, “Sen ne yapacaksın?” sorusuna karşılık benden “Evlenme teklif edeceğim” cevabını alınca, her şeyi açıkladı... O gün gelip çattığında, Rana beni ofisten alıp gözlerimi bağladı, baş başa yemeğe gidiyoruz gibi davrandı.


* Rana Hanım’dan başka herkes biliyor mu ava giderken avlanacağını?

- Yok bir ben, bir Cem, bir de Ali diye bir arkadaş biliyordu. Neyse gözlerim bağlı şekilde arabadan indim, Rana elimden tutup beni bir kapıdan içeri soktu. Gözlerimi açıp, karşımda eski takım arkadaşlarımı formalarıyla görünce başladım ağlamaya! Halbuki biliyordum orada olacaklarını. Aldım mikrofonu elime “Rana sürpriz yapmayı çok seviyor. Kendi yapmayı sevdiği kadar ona yapılmasından da hoşlanır. Benim de ona bir sürprizim var” diye başladım konuşmaya. Ve yüzüğü çıkartıp “Benimle evlenir misin?” dedim. “Evet, evlenirim” cevabını duyar duymaz kapı açılıp, nikah masası ve elinde duvakla Cem girdi içeri. İmzalarımızı atıp, oracıkta evlendik. Düğün hediyemiz de, İdil’in okul için çektiği iki saatlik öğrencilik filmi oldu. Sürpriz parti ve nikahtan sonra eve geldiğimizde bir de sabaha kadar oturup onu izlemek zorunda kaldık (gülüyor).

 

CELINE DION’UN KONSER FİLMİNDE BİLE AĞLADIM

 
* Haydi gelin anket misali hakkınızdaki şehir efsanelerini konuşalım...

- (Gülüyor) Haydi öyle olsun bakalım.


* Sert mizaçlı olduğunuz doğru mu?

- İş hayatında sert olduğum doğrudur ama özel hayatımda tam tersiyimdir. Bak İzzet, her insanın kendini rahatlatacak aktivitelere ihtiyacı var. Hayatta bazen düdüklü tencere gibi olmak lazım. Nasıl düdüklü tencere buharını dışarıya kaçırmazsa bomba gibi patlayıp ortalığı mahveder, işte benim de hava kaçırma yöntemlerim spor, okumak ve sanat.


* Hayatınız neredeyse uçakta geçiyormuş...

- Sadece Aşkabat’a 22 yılda en az 2000 kez uçtum. Son 6 ayda nerdeyse 100 defa uçağa binmişimdir. Anlayacağın pilotlardan bile daha çok uçuyorum.


* Sesinizin güzel olduğunu söylüyorlar...

- Bu kesin Celal Çapa’nın palavrasıdır (kahkahalar). O doğru değil ama klasikten popülere müziğin her türüyle çok ilgiliyimdir.


* Sezen’den başka kimleri dinliyorsunuz?

- Herkesi dinlerim ama son dönemlerde İrem Derici’yi beğeniyorum. Bir de tarz olarak bana gençliğimin İlhan İrem’ini hatırlattığı için Yalın’ı severim. Ama şirkette mutlaka klasik müzik çalınır. Çünkü enstrümantal müziğin konsantrasyonu artırdığına inanıyorum.


* “Keşke”leriniz var mı hayatta?

- Öyle çok önemli kararlar hakkında keşkelerim yok. Yaşadığım hayat için her sabah Allah’a şükrediyorum.


* Sizin için biraz sulu göz diyorlar...

- (Gülüyor) Doğru söylüyorlar. Mesela dün Japonya dönüşü uçakta Celine Dion’un konser filmini izlerken, kuliste fanlarıyla kucaklaştığı sahnede başladım ağlamaya. İnsan buna ağlar mı abi? Onlar sarıldı ben ağladım. Vallahi anlamadım, yaş ilerledikçe hassasiyet artıyor galiba. Rana’yla film seyrederken de çok ağladığımız olur.


* Son olarak meşhur şakalarınızı sormak istiyorum...

- Bayılırım üzerinde uzun uzun düşünülmüş senaryolu şakalara. 1 Nisan’da şirketteki arkadaşlara arasına diş macunu sıkılmış bisküvi ikram etmişliğim bile vardır. Yiyenin ağzı köpürüyordu (kahkahalar).

Yazarın Tüm Yazıları