Paylaş
“Çocukluğumuzun bayramlarının tadı kalmadı” denilen sohbetlerden uzak durmaya gayret ederim. Bana sorarsanız eskilere duyduğumuz özlem, aslında bizim kifayetsiz muhteris densizliğimiz.
O veya bu sebeple bu bayramda ayaklarım beni İstanbul’un dışına taşımadı. Kısaca bu bayram bendeniz İstanbul’da, doğup büyüdüğüm şehirde kaldım. Geriye dönüp bakınca “iyi ki de öyle yapmışım” diyorum. Çünkü burnumuzun dibinde binbir sırrıyla keşfedilecek koskaca bir şehir bizi bekliyor...
İnsan kendini şehrin sokaklarına bırakınca, o güzelim çocukluk günlerinin rüzgarı da adeta yeniden esiyor. İşte size bayramda İstanbul’da geçirdiğim bir günden notlar efendim. Bu vesileyle, hepinizin bayramını tebrik ederim...
1- İşte burası dünyanın sıfır noktası
Bu bayram o eski güzel günlerimizin hatırasının peşine düşeceğiz deyince, İstanbul’un tarihini iyi bilen bir arkadaşım “O zaman gezimize şehrin sıfır noktasından başlayalım” dedi. “Yine hayat bizi sıfırlıyor, eyvah” diye cevap verdim.
Meğer işin aslı hiç öyle değilmiş... İstanbul’un orta yerindeki bir sütun, bin yıl boyunca dünyanın merkezi ve tüm antik Roma yollarının başlangıç noktası olarak kabul edilmiş. Adına da Million Taşı denilmiş.
Ayasofya’nın hemen karşısında, Yerebatan Sarnıcı’nın yanında hüzünlü, kırık mermer bir taş. Bizans zamanında, buradan ta Roma’ya kadar giden bir yol varmış. Adına da Via Egnatia denirmiş.
Osmanlı’da adına “Divan Yolu” denilen o yüzlerce kilometrelik ana caddenin üzerindeki en önemli ama en az bilinen anıtlardan biri olan Million Taşı, o dönemin şehirlerinin İstanbul’a olan uzaklıklarını ölçmek için “sıfır noktası” olarak belirlenmiş. Umarım 1000 yıl boyunca dünyanın merkezi olan bu noktanın kıymetini turistler gibi bir gün biz de anlarız...
2- Dan Brown’un Cehennem’i Yerebatan Sarayı’nda sultan oldum
Bayram çocuğu İzzet’in ikinci durağı, Dan Brown’un Cehennem romanının final yaptığı Yerebatan Sarayı’ydı. Kitabı okuyanlar bilir; bilmeyenlerse 2015’te vizyona girecek olan ve başrolünde yine Tom Hanks’in yer alacağı filmi izleyince zaten öğrenecek...
Yerebatan, gerçekten de büyülü bir mekan... Bizans İmparatoru Justinianus’un Büyük Saray’a su sağlamak için yaptırdığı bu sarnıç, mimarisinden dolayı bir saray izlenimi verdiğinden halk arasında Yerebatan Sarayı olarak adlandırılmış. Sultanahmet’in kalabalığından içeri adım attığınızda, adeta bir zaman tüneline giriyorsunuz. Dan Brown’ın kahramanı Robert Langdon’ın dolaştığı yollarda dolaştım; çıkışta da hatıra olsun diye “Turist Ömer” misali sultan kostümüyle fotoğraf çektirdim. Bir kare çektirmek için müze girişindeki gecekondudan bozma stüdyoda yaptıkları eziyeti burada yazıp hiç tadınızı kaçırmayayım. Ama Allah turistlere sabır versin, ben memleketimdeki satış elemanlarının asabi hallerinden kendimi gün ışığına zor attım, o kadarını biliniz efendim...
3) Atatürk’ün içtiği Vefa Bozacısı’ndaki bozanın tadı gerçekten de bambaşka...
Aslına bakarsanız bozayı pek sevmem. Ama Yerebatan Sarayı’ndan çıktıktan sonra susuzluktan sirke verseler içecek haldeydim. Arkadaşlar “İstikamet Vefa” dediğinde, içimden “Bu söylediğiniz artık sadece kuru bir semt adı” diye cevap verdim ama öyle değilmiş meğer...
Hep beraber Vefa Bozacısı’na daldık. Yerinde taze taze içince, bugüne kadar boza diye içtiklerimiz acaba neymiş diye hayıflandık. Hacı Sadık Bey’in Arnavutluk’tan gelip kurduğu dükkan 138 yıldır hizmet veriyormuş. Mekanın dünyada boza satılan ilk resmi ticarethane olduğu söyleniyor. Atatürk, 1937’de Çorlu Kolordu Komutanlığı’nı teftiş sonrasında Vefa’ya uğrayıp boza içmiş. O bardak bugün hâlâ mekanda korunuyor. Belki de bu güzelim bozanın tadı, Gazi’nin ağız tadından geliyor. Kim bilir...
4- Gülben gibi “Kutsal Toprakları” ziyaret edemedim ama Hacer’ül-Esved’i gördüm
Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanından gelen insanlar Süleymaniye Külliyesi’ni ziyaret ediyorlar. Hele de böylesi bayram günlerinde, bu sayı iyice artıyor. Çünkü gerçekten hem mimarlık tarihi, hem de İslamiyet açısından çok önemli bir nokta burası.
Mimar Sinan’ın “Kalfalık eserim” dediği ama her köşesinden müthiş ustalık yansıyan bir şaheser... Fakat benim ziyaret amacım farklıydı.
Maalesef henüz bana, Gülben Ergen’le çiçeği burnunda damat Erhan Çelik gibi Umre yapıp Hacer’ül Esved taşına yüz sürmek nasip olmadı. Ama bu taşın bir parçasının İstanbul’da, Süleymaniye Külliyesi’nin içindeki Kanuni Sultan Süleyman Türbesi’nin kapısının üzerinde bulunduğunu öğrenmiştim. Ben de kendimi avutmak ve bilmeyenlere de bu kıymetli bilgiyi hatırlatmak için türbeyi ziyaret ettim. Taksiratımızı Allah affetsin...
5- Çocukluğa dönülür de lunaparka gidilmez mi?
Peki bütün gün İstanbul sokaklarını arşınladık, bozanın dışında neler tattık?
Kokoreç ve midyeden sonra sokak lezzetleri arasında en sevdiğim şey Osmanlı macunudur... Görünce bir tane bol limonlu istedim. Hem çocuk olacaktık hem de macunu görmemezlikten gelecektik. Olacak şey mi? Tıpkı sekiz yaşımdaki gibi ağzım, burnum, ellerim yapış yapış oldu. Ama varsın olsun, mutluyduk be...
Kendimi bildim bileli hayali gerçeklerle yaşamayı çok sevdim. Bu yüzden de dönme dolaplar, çarpışan arabalar, atlı karıncalarla buluşmak için gezinin son durağında Feshane’nin hemen yanındaki lunaparka girdik. Her taraf cıvıl cıvıldı, her şey çok güzeldi. Biz yaşları 50’ye merdiven dayamış beş arkadaş lunaparkta çocuklar gibi şendik. İstanbul’da bayramda çocukluğumuzdaki o güzel günlerdeki gibi eğlendik... Darısı herkesin başına...
Paylaş