İsmet Solak: Olmaz böyle şey!

İsmet SOLAK
Haberin Devamı

Gülçin Telci'nin toprağa verildiği gün ben DTP lideri Hüsamettin Cindoruk ile Makedonya'da idim. Üsküp'te, NATO'nun yeni kurduğu 50 bin kişilik sığınmacı kampındaydım.

Gülçin'i son yolculuğunda omuzlarımda taşımak isterdim.. Ona son kez, ‘‘Güle güle sevgilim’’ demek isterdim.

O hepimizin sevgilisiydi. İstanbul'un da, Ankara'nın da, İzmir bürosunun da nadide bir çiçeğiydi. Uçup gitti. Zaten iyiler gidiyor. Bu dünyada dürüstlerin yeri yok. İlkeli olanın yeri yok.

Ona hastayken bile laf atanlar Emin Çölaşan'ın dediği gibi ‘‘rahat’’ etsinler, ne yakarlarsa yaksınlar.

Gülçin bir örnekti ve bir güzellikti.

Onun öldüğünü düşündükçe beynim zonkluyor. Adeta isyan ediyorum.

Zaten o toprağa verildiği saatlerde Üsküp'teki kampta da gördüklerime inananamış, isyan etmiştim. Blaçe sınır kampında, o dayanılmaz manzaraları seyrettiğimiz yerde kimse kalmamış. Stenkoveç Havaalanı yakınındaki çadır kente 50 bin kişi getirilmiş. İki aşamalı asker kontrolünden geçerek çadır kenti dolaşmaya başladık.

* * *

Nerede Kırklareli'ndeki mülteci kampı, nerede bu kamp! Cindoruk, İsmet Sezgin, Yıldırım Aktuna, Pulat Tacar, Aydın Giz ve Mete Kalyoncu'dan oluşan DTP heyeti buradaki insanlara nasıl yardım edileceğini arıyordu.

Sabahat Tırnova hıçkırarak yanımıza geldi:

‘‘Ben buradayım, kızım nerede? Çocuk yok. Kocamı götürdüler.’’

Bir aile per perişan dört bir yana savrulmuştu ve Sabahat Tırnova ağlıyordu. Yakup Avni, kızaran gözlerinden akan yaşları kontrol edemiyordu:

‘‘Bütün Kosova burada ama benim çocuk yok. Kardeşimi götürdüler.’’

Sırp vahşeti akıllara durgunluk verecek boyutlara erişmişti. Bir genç kız geldi yanıma, ‘‘Bir telefon’’ diye ricada bulundu. Uzattım, tuşlara bastı ve ‘‘Buba, ben Üsküp'teyim. Adamı vurdular. Anamı kaybettim’’ dedi.

Babası ne dedi, onu bile duyamadım ama babasına sağ olduğunu bildirmiş, babasının sağ olduğunu öğrenmişti.

Çadırların içinde 3-4 aile bir arada kalıyordu. Çadırların içi zaten bomboştu. Ne yatak, ne battaniye, ne de bir başka eşya. İnsanlar perişan bir halde, dizlerinin dermanı kesilmiş, ekmek kuyruğundaydı.

* * *

Bizim Kırklareli mülteci kampındaki gibi ne aş kaynıyordu, ne yardıma koşan hemşireler vardı, ne de mültecileri sırtında taşıyan askerler. Coni İtalyan askere bakıyordu, İtalyan gülerek İngiliz'e göz kırpıyordu ve ateş düştüğü yeri yakıyordu. Kosovalılar dünyaya küsmüş, kaybolan çocuklarını yakınlarını arıyordu. ‘‘Olmaz böyle şey’’ diye isyan ettim.

Acıyı gözümüzden beynimize ve yüreğimize doldurarak kamptan ayrıldık. Büyükelçiliğe gittiğimizde orada da Türkiye'ye gelmek isteyen mültecileri kuyrukta gördük. Ama bunlar çok düzgün Türkçe konuşuyordu. Büyükelçilik ilk günkü kargaşayı atlatmış Türkçe bilen ve parçalanmış aileleri birleştirmek için bir yöntem bulmuştu.

Ünlü Türk çarşısında Çınaraltı'nda kuru fasulye-köfte yedikten sonra dönüşe hazırlandık. Bu kez Yunanlılar hava sahasından geçiş izni vermiyordu. Bir buçuk saat uçakta bekledik.

Cindoruk ile sohbet ederken iç siyasete döndük:

‘‘Siyasi tarihin en büyük sürprizini yapacağım. Göreceksin. Naftalinden başbakan çıkaran Tansu ile Mesut da görecekler.’’

Cindoruk böyle söyledi.



Yazarın Tüm Yazıları