Paylaş
Daha binanın girişinde sizi vakfa ve burs programına adını veren adamın heykeli karşılıyordu: Cecil Rhodes.
Bugün Zambia ve Zimbabwe diye bildiğimiz iki ülkeye benim çocukluğumda hâlâ Rodezya denirdi. Evet o ‘Rodezya’ işte bu adamın, Cecil Rhodes’un ülkesiydi. Hayır, o bir Afrikalı değildi, bir İngiliz sömürgeci, katil ve ırkçısıydı. (De Beers elmas şirketinin de kurucusuydu, bu şirket halen dünya elmas pazarının yüzde 40’ına sahip!)
* * *
Batı basınında Rhodes adı vakfı ve yaptığı iyiliklerle, verdiği bursla, bu bursu alıp başarılı olmuş (aralarında Bill Clinton da var) öğrencilerle anılır hep. Oysa 108 yıl önce ölen bu adamın kanlı ve kötü mirası Afrika basınında nadiren iyi sözlerle anılır.
Bir ülkenin yardımseveri, başka ülkenin şeytanı olabilir.
Rhodes House’da yemek yediğimiz devasa salonda Nelson Mandela’nın da resmi asılıydı. Vakfın yöneticisi bizim sormamıza fırsat vermeden, ‘Barış çabalarımızın bir sonucu’ dedi. Bugün vakıf güney Afrika dahil Afrika ülkelerine, özellikle de Cecil Rhodes’un kötü gölgesini hala unutmayan yerlere okullar kuruyor. Eh, bu da bir şey.
Dün Sabancı Holding’de Sabancı Vakfı’nın düzenlediği bir toplantı vardı: ‘Yardımseverlik dünyayı değiştirebilir mi?’ başlıklı. Toplantıda yakın zamanda ‘Philantro-Capitalism: How Giving Can Save The World’ isimli kitabı çıkan gazeteci Matthew Bishop konuşmacıydı ve katılımcılara dünyanın yeni yardımseverlerini, onların para toplama, para yaratma ve yardım etme yöntemlerini anlattı.
Toplantı sonrası yemekte, Afrika’da İngiliz sömürgeciliğinin başlatıcısı olan bizim okullarımızda ‘büyük kaşif’ olarak öğrendiğimiz Dr. David Livingstone’un bir ‘yardımsever’ sayılıp sayılmayacağını sordum. Çünkü Livingstone aslen bir Evangelik hristiyan misyoneriydi ve Afrika’ya ‘Köle ticaretini durdurmak’ için gitmişti. Ama dedim ya, koca kıtayı sömürge haline getirdi.
Sorunun cevabı basit değil, yardımseverlik de siyah-beyaz ayrımlara tabi tutulabilir bir şey değil, ben de biliyorum ama kültürle ilgili konular hiçbir zaman basit değildir. Siz bir yeri ‘uygar yapmaya’ gidersiniz, niyetiniz belki de ‘iyi’dir ama gittiğiniz yerde halk sizi başka türlü anlayabilir, sizin yaptığınızı hiç de iyi bulmayabilir.
Alın örnek George Soros ve onun meşhur Açık Toplum Enstitüsü. Dünya çapında özgürlükleri, demokrasiyi ve açık toplumu destekleyen bir vakıf bu ama dünyadaki imajı, Türkiye dahil, hiç de parlak değil. Çoğu yerde bu vakıf ‘Yeni sömürgeciliğin bir uzantısı’ olarak görülüyor. Vakfı şeytanlaştırmada otoriter rejimlerin propagandaları da rol oynuyor.
* * *
Bill ve Melinda Gates Vakfı, yeni katılımcılarla birlikte neredeyse 100 milyar dolarlık inanılmaz bir varlığa sahip oldu. Ve bu paraların hepsi de harcanacak, yani vakıf sonsuza kadar çalışmak amaç ve niyetinde değil. Vakıf, Afrika başta olmak üzere dünyanın pek çok yerinde bazı hastalıklarla mücadele ediyor, böylelikle hayat kalitesini yükseltmeye çalışıyor.
Ama madalyonun bir de öteki tarafı olup olmadığı sorgulanıyor. Daha iyi bir dünya mı, üçüncü dünyanın dünya pazarlarına açılması ve Batının bir kez daha kazanması mı?
Zor işler bunlar.
Gülen hareketi bir yardımseverlik hareketi mi
SABANCI Vakfı’ndaki yemekte sorulan sorulardan biri de buydu, Fethullah Gülen hareketini bir ‘yardım-severlik hareketi’ olarak görebilir miyiz?
Hem evet hem hayır. Evet, çünkü bu hareket sadece Türkiye’de de değil dünyanın dört bir yanında açtığı ve işlettiği okullar, hastaneler, aşevleri ve başka kurumlarla yardım sağlıyor. Bu yardımları da genellikle Anadolu sermayesi temin ediyor, para buradan gidiyor.
Gidiyor ama bunun bir de karşılığı var: Dünyanın o ülkesine aynı zamanda bir ticari kanal açılmış oluyor, o kanaldan da Anadolu sermayesini temsil eden iş insanları geçiyor, birden bire o ülkeye mal ve hizmet satabilir hale geliyorlar.
Gülen Hareketi burada bir ‘kazan-kazan’ dengesi kurmaya çalışıyor ama unutmayın, yeni nesil Amerikalı ve Avrupalı, kısaca Batılı yardımseverler için yapılan eleştirilerin aynısı bu hareket için de geçerli.
Paylaş