Paylaş
Bir noktada öyle büyük bir kütle çekim kuvveti oluşuyor ki, yıldızın bir zamanlar parıldayan ışığı bile o çekim gücünden kurtulamaz hale geliyor. İşte bu çeşit şeylere ‘karadelik’ adı veriliyor. Yakınına gelen her şeyi yutacak ve sonsuza kadar yok edecek denli güçlü çekim kuvvetine sahip karanlık devasa kütleler.
Türkiye’de son dönemde yaşananlar bana hep bu içe doğru çökmeyi hatırlatıyor.
Sürdürülemez bir sistemimiz olduğunu en azından 60 yıldır biliyoruz; ne demokrasimiz demokrasi, ne yargımız adalet dağıtıyor, ne vatandaşların en temel hakları güvence altında.
Bu sistem, belki de kurulduğu ilk günden itibaren kendi içine doğru çökmeye mahkûmdu; kendi halkının en temel haklarını inkâr etmek ve halkı sürekli baskı altında tutup bizi kuşaklar boyu koyun yerine keçiye makbul bir şey muamelesi yapmak zorunda bırakmak böyle bir şey.
Şimdi oturmuşuz hükümetin getirdiği HSYK değişikliklerinin bizi diktatörlüğe götürüp götürmeyeceğini konuşuyoruz. Sanki diktatörlük olmamızın önündeki yegâne engel HSYK’ydı, daha düne kadar adından bile söz etmediğimiz bir kurul yani.
Kusura bakmayın ama mevcut HSYK teklifine getirilen eleştiriler ne kadar haklı olursa olsun, bu tartışma bir anlamda meleklerin cinsiyeti tartışması.
Çünkü demokrasi adını verdiğimiz sistem bir bütün. Bu bütünün tamamlayıcı parçalarının neredeyse tamamı arızalı, yanlış kurulmuş, halkın genel çıkarı yerine belli bir amaca hizmet etmek için özel olarak oluşturulmuş.
Ve bu ‘belli bir amaca hizmet etme’ meselesi o kadar içselleştirilmiş ki, iktidar partisi yaptığının meşruiyetinden en ufak bir kuşku bile duymuyor. Sanki onlar Mars’tan, biz Venüs’ten.
Olan bize oluyor ve olacak. Bir karadelik böyle oluşuyor.
Sadece ülke değil, AK Parti de kendi içine çöküyor
‘ÜLKEYİ değiştirme’ iddiasıyla iktidar olan ve iktidarını sürdüren ama süreç içinde kendini değiştirmeyi, yenilemeyi başaramayan, kendi efsanesinin esiri olan AK Parti’nin de kendi içine çöküşüne tanıklık ediyoruz bugünlerde.
Belki bir seçim daha, iki seçim daha kazanacak bu parti ama bu zaferler, parti kendini yenilemeyi başaramadıkça bir anlam ifade etmeyecek, kalıcı olamayacak.
Gündelik kavga içinde dikkatlerden kaçan bir şey var: Bugün Türkiye nüfusunun tam yarısı 30 yaşın altında. Yani, sokaktaki iki kişiden biri, yetişkin hayatında AK Parti’den başka iktidar, Recep Tayyip Erdoğan’dan başka başbakan görmedi.
AK Parti’nin kendini sürekli geçmişle mukayese etmesi, nüfusun yarısına hiçbir şey ifade etmiyor, onlar o geçmişi hiç yaşamadılar.
Fakat hükümetin sürekli geçmişle kıyas yaparak kendini başarılı, haklı ve hatta mağdur göstermesi, o insanların geleceğinden çalıyor, nüfusun yarısını da bir anlamda ‘bizim için iyi’ ile yetinmek zorunda bırakıyor.
Oysa Gezi’de gördük, yaşı 30’un üzerinde olanlar için ‘iyi’ olan o nüfusa bir şey ifade etmiyor; demokrasiyi, özgürlüğü, saygı görmeyi, insan yerine konmayı bir kıyasa başvurmadan talep ediyorlar ve açıkçası kendilerini AK Parti’ye borçlu da hissetmiyorlar.
Bu talepler ve his, sadece Gezi Parkı diye sokağa çıkan insanlarla sınırlı değil.
Kendi ülkemizde figüran mıyız?
TÜRKİYE’de siyaset devleti ele geçirmek için yapılır. Bizim devletimiz o kadar kuvvetlidir ki, devlet gücü olmadan hiçbir şey yapamazsınız.
O yüzden, bu ‘paralel devlet’ meselesi biz sade vatandaşlara çok fazla bir şey ifade etmese de, hükümetlere eder.
Bizde devlet gücü, galiba âdet yerini bulsun, demokrasi gibi gözükelim diye düşünülerek azıcık da olsa kanunla sınırlıdır; daha doğrusu devlet kanunlara uymak zorundadır.
Şimdi, ‘paralel devlet’le mücadele adı altında o azıcık sınırlamaların da etkisizleşmesi, devlet (ve iktidar) gücünün sınırsızlaşması çalışmaları yapılıyor bir yandan.
Ve daha fenası, devlet gücünü sınırlamaya, hesap verebilir olmaya çağıran her görüş de ‘paralel yapının çıkarını savunmak’la yaftalanıyor.
Başbakan arada laf düzeyinde meselenin merkezine hitap ediyor, ‘Devleti herkesin hizmetinde bir yer yapacağız, çare demokrasi ve özgürlükleri geliştirmekte’ gibi sözler söylüyor ama partisinin Meclis’teki icraatı hiç de bu yönde değil.
İşe devleti ele geçirilmesi gereken bir yer olmaktan çıkarmakla, özgürlükleri ve hukuk devletini kurmakla başlamak gerekirken tam tersini yapıyoruz.
Paylaş