Paylaş
Cep telefonunun (veya evdeki kablosuz internet bağlantısının, veya arabanızdaki radyonun veya evinizdeki televizyonun) kansere yol açtığı kanıtlanmış değil.
Kanıt aranmadığından değil, tam tersine aranıyor ama cep telefonunun yoğun olarak kullanıldığı ülkelerde, bu telefonların hizmete girdiği son 20 yıl içinde beyin kanseri oranlarında anlamlı bir artış olmadığı da ortada.
20 yıl kısa bir süre değil ama bu dediğim bu kanıt hiçbir zaman bulunmayacak anlamına da gelmez; bakarsınız bir gün elektro manyetik dalgaların bazı kanserlere yol açtığı gerçekten kanıtlanabilir.
Aynı şey değil belki ama GDO’lu gıdalar için de böyle bir inanç var. Araştırmadan, kanıtlamadan, kategorik redde dayalı bir inanç. ‘Doğal olan iyidir, doğaya müdahale edilirse kötü olur’dan başka bir cümlesi olmayan bir inanç.
Peki tamam da, ‘doğal’ olan nedir? Yediğimiz bütün gıdalar, neredeyse tamamı, aslında bir anlamda GDO’lu. Soğuğa ve susuzluğa dayanıklı buğdayın doğada var olduğunu mu sanıyorsunuz?
Hibrit domates tohumu yaratılmamış olsaydı, domates bu kadar ucuz ve dünyada bu kadar çok insan için ulaşılabilir olur muydu sanıyorsunuz?
Bitki genlerine yönelik müdahale iki türlü olabilir: Aşılama yöntemleri veya labaratuvar ortamında gen değiştirme/gen ekleme işlemleri.
Diyelim, kutup soğuğuna dayanıklı bir canlıdan, onu bu denli dayanıklı yapan geni aldınız ve domatese eklemeyi başardınız. Sibirya’da veya Antarktika’da veya diğer çok soğuk bölgelerde domates yetiştirmek, ekstradan kaç insanın doymasına yol açabilir, hayal edebiliyor musunuz?
Peki, zamanında Ukrayna’nın Fransa’dan ithal ettiği şaraplık cabarnet üzümlerinin bu ülkenin soğuk havasında doğal mutasyona uğramasına ne diyeceğiz?
O şaraplık üzüm öyle mutasyona uğramasaydı, bugün o üzümü yetiştirenler neyin tarımını yapardı acaba? Aynı üzüm, mutasyonu sayesinde tıp endüstrisi için bu kadar verimli hale gelmeseydi, kemoterapi gören kanser hastalarına bağışıklığı güçlendirici hangi ‘doğal’ maddeyi üretirdi acaba?
Kendisine dadanan bir zararlıyı uzak tutan genle donanmış mısırın, buğdayın veya domatesin tarım ilacı kullanımını ortadan kaldırması neden kafadan kötü olsun?
Demem şu ki, GDO’ya karegorik olarak karşı çıkmak, hurafeleri savunmaktan başka bir şey değildir.
GDO’lu gıdalar pek ala insan sağlığı için zararlı da olabilirler. Nitekim Amerikalı Monsanto’nun pek çok GDO’lu ürününün Avrupa’da yasaklandığını biliyoruz.
Ama aynı GDO, dünyada açlığın bitirilmesine de hizmet edebilir; bugün ediyor, sonunda edecek de.
Önemli olan, denetimi ve regülasyonu savunmak. Mahalle baskısı yapıp şirketleri o denetim organına başvurmaktan caydıran kamuoyu, keşke aynı duyarlığı ve netice alıcı tutumu denetim organları oluşturulurken, denetimin unsurları belirlenirken gösterebilseydi.
Bilimi toptan reddetmek yerine onun insanlığın hizmetinde iş görmesini sağlayabilmeliyiz.
Bir kez daha yazıyorum: Gerçekte yediğimiz her şey GDO’lu. Sınırı nerede çizeceğiz?
Endüstriyel gıdadan tuzu kurular kaçar, ya gerisi?
İSTANBUL’da kendinden menkul ‘organik’ pazarlarımız var. Buralarda satılan, diyelim, domatesin fiyatı markette satılan domatesin fiyatından hayli farklı. Sütün fiyatı da öyle.
Amerika’da hızla açılmaya devam eden ‘Whole Food’ marketler zincirinde fiyatlar inanılmaz derecede pahalı. Sıradan marketlerin kasap bölimlerinde bile dehşet fiyat farkı görüyorsunuz. Yan yana iki et, birinin üzerinde ‘Otla beslenmiş hayvan’ yazıyor, fiyat diğerinin iki katından fazla.
Peki kim alışveriş yapıyor buralardan? Görece toplumun tuzu kuru kesimi elbette.
Kendilerince endüstriyel üretimden, orada kullanılan tarım ilaçlarından, yapay gübreden vs kaçıyorlar.
Ama onlar toplumun sahiden küçük bir kesimi. Toplumun ezici kalabalığı, o küçük kesim için ‘zehir’ yerine geçen gıdaları tüketmeye devam ediyor.
Burada, o tuzu kuru kesim için bir ahlaki yükümlülük yok mu?
Bu küçük kesim, işte bu son GDO mahalle baskısında epey güçlü bir baskı grubu olabildiğini, gıda endüstrisinin yerli devlerini yenebileceğini gösterdi.
Keşke bu güçlerini sadece kendileri için değil, toplumun tuzu hiç de kuru olmayan bölümünün sağlığı için de kullansalar. Tarımsal üretim ve satış kanallarında insan sağlığını sıkı sıkı gözeten kurallar ve sonra da bu kuralların denetimini talep etseler.
Her cumartesi günü İstanbul’da kurulan ‘organik pazar’a gidip alışveriş yapmak şık bir davranış olabilir ama o alışverişte sizin harcadığınız parayla koca bir aileyi yedirmek içirmek zorunda olan milyonlarca başka insan var.
Madem organiğin iyi, endüstriyel gıdanın ise insan sağlığı için bu kadar kötü olduğuna canı yürekten inanıyorsunuz, o zaman kurallı üretim ve denetim istemek için gücünüzü birleştirin.
Akşamları yatağa aç giren çoluk çocuk insanlar için hiç mi ahlaki yükümlülüğümüz yok?
Paylaş