Paylaş
Rutherford’un hayatı,1895 yılında, kendisi gibi Yeni Zelandalı olan J. C. Maclaurin’in evlenmeye karar verip Cambridge Üniversitesi’nin meşhur Cavendish Laboratuvarı’ndan gelen bursu reddetmesiyle değişti. Burs yarışında ikinci sıradaki Rutherford, İngiltere’ye doğru yola çıktı.
Rutherford’un, bursu kazanıp İngiltere’ye, Cambridge’e gittiği yıl Almanya’da Wilhelm Röntgen tam tanımlayamadığı bir radyasyon gözlemiş ve buna “X ışını” adını vermişti. O zamana kadar fizikte daha çok radyo dalgalarıyla ilgilenmekte olan genç Rutherford bu yeni buluşu çok merak ediyordu. Onun merakı, Röntgen’in bulduğu ‘radyo-aktivite’ ile radyo dalgalarının aynı şey olup olmadığıydı.
* * *
İşte bu basit gibi gözüken merak Rutherford’u atomun içine soktu ve atomu tam anlamıyla tanımlattı.
Bütün maddenin bölünmez en küçük özü anlamında atom kavramı uzun zamandır biliniyordu. Farklı farklı atomlar olduğu, bunların farklı maddelerin özünü teşkil ettiği de biliniyordu.
Öte yandan elektrik ve manyetizma da bilinen şeylerdi. Hatta o kadar ki, elektriğin negatif ve pozitif yüklü olarak iki türü olduğu konusu bile saptanmıştı.
Ama hiç kimse, ne maddenin mıknatıs özelliği olan manyetizmanın ne de elektriğin doğası konusunda bir şey bilmiyordu.
Bu bilinmeyenlerin aynı bulmacanın, atomun bir parçası olduğu kimsenin aklına bile gelmiyordu.
İşte Röntgen’in bulduğu, daha sonra Cavendish’te Rutherford’un geliştirdiği ilk ‘dalga’lar, negatif yüklü elektron salınımlarıydı. Rutherford önce bunu tespit etti.
Bu tespit şimdi dile kolay geliyor ama bir devrim niteliğindeydi aslında. Çünkü atomun elektron salması, aynı zamanda o atomun değişmesi, başka bir atoma dönüşmeye başlaması anlamına geliyordu.
O günkü dünya bunun tam tersi bir fikrin, atomların değişmezliği, maddenin hep aynı özü koruduğu fikri üzerine kuruluydu.
* * *
Rutherford orada da durmadı. Negatif yüklü elektronlara karşılık atomun içinde (çekirdeğinde) pozitif yük de bulunmalıydı. Bu teorik doğruyu pratikte kanıtlamak epey zaman aldı ama bugün 100. yılını kutlamakta olduğumuz ‘buluş’ tam olarak buydu işte. Rutherford, atom çekirdeğini deneysel olarak kanıtladı ve bu kanıtlamasını 1911 yılının Mayıs ayında meşhur bilim dergisi Philosophical Magazine’de yayınladı.
Ve nükleer çağ işte böyle başladı.
Ama Rutherford orada da durmadı. Ardından, atom çekirdeğinde bir de ‘nötron’ bulunması gerektiğini söyledi.
Tam da bu sayede atomun
bölünmesi, atomdan enerji elde edilmesi vs. mümkün oldu.
Koskoca bir çağ işte böyle açıldı.
Nükleer bölünmeden kuvantuma
ERNEST Rutherford’un merkezinde pozitif enerji yüklü çekirdek ve onun etrafında dönen negatif yüklü elektronlar olarak tarif ettiği atom modeli başta pek kimsenin ilgisini çekmedi.
Ama kısa süre sonra o sıralar Rutherford’un öğrencisi olan büyük Danimarkalı fizikçi Niels Bohr bu modele dayanarak kuvantum mekaniğini geliştirmeye başladı.
Ardından 1938’de nükleer fizyon, yani çekirdek bölünmesi gerçekleşti, bunu Amerikan hükümetinin meşhur atom bombası projesi olan Manhattan Projesi izledi.
Ve bu insanlığın bütün geleceğini belirleyen yepyeni bir dönemin açıldığını herkese gösterdi. Nükleer silahlar gölgesinde savaşların da barışın da doğası değişti.
Şimdilerde insanlık bu kez aynı Rutherford’un açtığı kapının sonuçlarından biri olan nükleer enerjiyle de imtihan ediliyor.
Deneysel fiziğin aşılamamış ismi
ERNEST Rutherford teorik fizikçi değildi, tam tersine deneysel fizikle uğraşıyordu.
Atomları, elektronları, atomun çekirdeğini hep deneylerle gördü, kanıtladı.
Belki de o yüzden bugün hangi ansiklopedinin Rutherford maddesini açsanız orada “Faraday’dan beri” veya “Galile’den beri” diye başlayan ve “en büyük deneysel fizikçi” diye biten cümleler görürsünüz.
Paylaş