MEŞHUR internet andıcı, sadece irticai konularda ‘halkı aydınlatmak’ için internet sitesi kurulmasını öngörmemişti.
Aynı andıca göre, bölücülük ve Ermeni soykırımı iddialarına karşı da propaganda siteleri kurulmuş, yıllarca işletilmişti.
Bugün, yani 9 Ocak 2012 itibarıyla ‘Devletimiz tarafından parası ödenip içeriği sağlanan propaganda siteleri yoktur’ diyemiyoruz; çünkü kuvvetle muhtemel ki var olmaya devam ediyor o siteler.
Zaten birkaç ay önce internet andıcı davasının görüldüğü mahkemeye ulaşan bir belge, böyle propaganda sitelerinin hâlâ var olduğunu açıkça söylüyordu. (İddiaya göre bir belgede Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın imzası vardı ama o bunu yalanladı.)
Şimdi soralım: Bir hukuk devleti vatandaşına propaganda yapar mı? (Aslında ‘psikolojik harekât’ demeliyim ama demiyorum.) Bence yapamaz ve yapmamalıdır.
Çünkü görüyoruz, ‘irtica’ paranoyasının vardığı nokta ‘Halkı irticaya karşı eğitelim’ noktası oluyor, orada da mevcut hükümeti de mürteci ilan eden kara propaganda yapılıyor.
Şimdi bu kara propaganda, mevcut hükümeti hedef aldığı için bir büyük davanın konusu olarak yargılanıyor.
Tamam da, geri kalan propaganda ne olacak? Yani, mevcut hükümeti rahatsız etmeyen, siyaseten ona dokunmayan propaganda serbest mi olacak?
Kısacası şu: İnternet andıcı davasında kasıt bir demokratik prensibi hayata geçirmek mi, yoksa ‘durumdan vazife çıkarayım’ derken hadlerini aşanları yargılamak mı?
Keşke öyle bir hükümetimiz, öyle bir parlamentomuz olsa ki, devletin bize yönelik hiçbir siyasi propaganda faaliyetinde bulunmayacağını garanti altına alan yasalar çıkarsalar.
Keşke öyle bir kamuoyumuz olsa ki, parlamentodan bu güvenceyi talep etse.
Demokratikleşmeyi Meclis yapar, savcı veya mahkeme değil!
BENCE Türkiye çok acayip bir on yıl yaşadı. 2002-2012 dönemi için daha çok kitap yazılacak, daha çok tanıklık tarihe bırakılacak, daha çok akademik araştırma yapılacak.
Bu çalkantılı ve askeri vesayetle açık açık hesaplaşılan dönemin bir özelliği dikkatimi çekiyor:
Demokrasinin başlıca koruyucusu olması gereken parlamentomuz bu hesaplaşmanın hemen hemen hiçbir yerinde yok.
2002-2007 arasında yaşanan ve bugün mahkemelerde yargılanmakta olan darbe teşebbüsleriyle ilgili bir tane bile Meclis araştırması yapılmadı. Meclis, diyelim 27 Nisan muhtırası gibi kara bir olayı bir özel oturumla olsun ele almadı.
2002 sonundan beri Meclis’te çoğunluğu elinde tutan Adalet ve Kalkınma Partisi, nedense Meclis’i bir denetim organı olarak devreye hiç almadı.
Bunun olası sebepleri ayrı ayrı spekülasyonların konusu olmakla beraber, bir temel ilkeyi hepimizin hatırlamasında fayda var: Bir ülke demokratikleşecekse, vatandaşlar vesayetten kurtulup hür iradeleriyle seçimlerini yapabilir hale getirilecekse bunu mahkeme kararlarıyla elde etmezler, edemezler. Demokratikleşmeyi de, vesayetin sona ermesini de, hukuk devletinin geçerli olmasını sağlayacak olan yer parlamentodur.
Bir ümit, Meclis yeni bir anayasa için çalışıyor, orada. Umalım ki, demokratikleşme, vesayetten kurtulma ve hukuk devleti olma bu yeni anayasa ile sağlanabilsin.
Vatandaş, güdülmesi gereken koyun mudur?
TÜRKİYE’de evet öyledir. Devlet, vatandaşını hep güdülmesi gereken koyun olarak görmüştür, esasen bugün de görmeye devam ediyor.
Vesayet rejimi dediğimiz şey tam olarak budur. Vatandaş cahildir, göbeğini kaşıyan adamdır, bidon kafalıdır, iki kilo bulgura oy tercihini değiştirir.
Öyleyse bu vatandaşı ‘eğitmek’ ve ‘doğru yola sokmak’ gerekir.
Peki bu iş nasıl yapılır? Önce eğitimle. Ama eğitim de bir yere kadar. Sonra? Propagandayla, psikolojik operasyonla.
Onlar da yetmez, bazı vatandaşlar koyun olmaya direnecek olurlarsa polisi, adliyesi devreye girer, medyası hemen o vatandaşları ‘yıkıcı-bölücü-terörist’ ilan eder.
Esas olan bu devlet vesayetidir. Vatandaşın üzerindeki vesayettir.
Haa bir de askeri vesayet var. O siyasetçinin üzerindeki vesayet. Halkınız cahil, hazırlıksız ve eğitime muhtaçsa, onun içinden çıkan siyasetçi de ister istemez öyle olacaktır.
İşte bir ‘vasi’nin de o siyasetçinin ‘elinden tutması’ gerekir, ona ‘doğru yolu göstermesi’ ve ‘kırmızı çizgileri, aşmaması gereken sınırları öğretmesi’ gerekir.
Askeri vesayet bitti mi? Geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde azaldığına kuşku yok. Siyasetçinin eli daha serbest. Kırmızı çizgileri gelip birisi söylemiyor artık ona.
Peki ya vatandaş üzerindeki devlet vesayeti bitti mi?
Hayır bitmedi. Hatta azalmadı bile.
Biz vatandaşlar hâlâ güdülmesi gereken koyunlarız.
Eskiden askerin güttüğü siyasetçiler tarafından güdülürdük. Şimdi doğrudan siyasetçiler tarafından güdülüyoruz.