Paylaş
Bu tartışmalar sırasında bana ‘Ali Kemal’ dendi, ‘Mütareke basını’ dendi, hatta hiç lafı dolandırmadan doğrudan ‘vatan haini’ olarak ilan edildiğim de oldu, ‘misyoner çocuğu’ diye yaftalandığım için can korkusu içinde koruma eşliğinde dolaşmak zorunda kaldığım da.
Bütün bu tartışmalar, hatta kavgalarda AB karşıtı ve kendini ‘Ulusalcı’ diye adlandıran çevrelerin bir ikiyüzlülüğünden şikayetçi oldum. Bu da, doğrudan ‘Biz AB’ye üye olmak istemiyoruz’ diyecek cesareti ve fikri tutarlığı göstermek yerine kalkıp bir takım yan yollara başvurmalarıydı.
Çünkü bizde ‘Ulusalcılık’ denen şey, kendini aynı zamanda maalesef Atatürkçü olarak da tanımlar. Oysa Atatürkçülük, tanımı gereği modernleşmeci, Batıcı bir akımdır. Ve AB ile gidilmekte olan hedef de, açık ki Batıdır, başka bir şey değil.
İşte bu çelişki yüzünden “AB’ye tamamen karşıyız, biz yüzümüzü Doğuya dönmek istiyoruz” cümlesini açık açık söyleyemediler.
Çünkü aslında şeklen modernist veya ‘Batıcı’ da olsalar, Batının özgürlükleri ve demokrasisine karşıydılar, başka bir şeyine değil.
Bu sebeple ben dahil bazı yorumcular, o dönemler boyunca ‘Ulusalcı’ları ‘İzolasyonist’ olarak tanımladık. Gerçekte istedikleri Türkiye’yi dünyanın geri kalanından izole etmekti çünkü.
Türkiye’de geçmişte de izolasyonist siyasi akımlar vardı. Mesela İslamcılık bunlardan biriydi. Onlar açıkça Batı karşıtıydı, kendi içinde tutarlı bir ideolojiyi savunuyorlardı.
Ama ne tuhaftır ki, o İslamcıların bir bölümü zaman içinde evrildi, demokrasici ve dolayısıyla Batıcı, yani AB’ci oldular. Ak Parti iktidarının ilk dört yılı bu dönüşümün sonuçlarını yaşadığımız dönem oldu.
Ama bugün dönüp baktığımızda Ak Parti’nin de aslında 2006 sonundan itibaren ağır ağır ama 2007’deki yüzde 47’lik seçim başarısından sonra hızla AB hedefinden uzaklaştığını, bu hedefi ikinci hatta üçüncü plana bıraktığını görüyoruz.
Hayır, AK Parti henüz AB karşıtı olmadı ama Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın son Strasbourg gezisinde Avrupa Konseyi Parlamenter Assamblesinde yaptığı konuşmayla bu partinin izolasyonist genlerine dönmekte olduğu, hatta belki de çoktan döndüğü izlenimi bende hakim oldu.
Bu yazıyı yazmak için iki gün bekledim. Bekledim ki, belki Cumhurbaşkanı, belki Dışişleri Bakanı, belki AB Bakanı Başbakanın sözlerini izolasyonist olarak yorumlamamamız gerektiğine ilişkin bir şeyler söylerler diye. Ama boşuna beklemişim.
Başbakanınki klasik ‘Ulusalcı’larınkinden farklı bir ‘izolasyonizm.’ Bu sebeple adını ‘Yeni İzolasyonizm’ koydum. Ama aslında içinde çok yeni bir şey de yok.
‘Ankara kriterleri’ buymuş meğer
AB’nin Türkiye’yle tam üyelik müzakerelerini başlatıp başlatmayacağının tartışıldığı 2004 sonlarında bir yabancı gazetecinin, ‘Ya AB sizi almazsa’ sorusu üzerine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “O zaman Kopenhag Kriterlerini ‘Ankara Kriterleri’ Maastricht Kriterlerini de ‘İstanbul Kriterleri’ diye adlandırır yolumuza devam ederiz” demişti.
Yani, adlı adınca söyleyelim, Türkiye’de demokrasiyi güçlendirmek, hukuk devletini etkinleştirmek ve azınlık haklarını güvenceye almak konusunda Başbakan samimi olduklarını söylemeye çalışıyordu, ‘Biz bunları AB için değil kendi halkımız için yapıyoruz’ demeye getiriyordu.
2004 sonunda Türkiye’nin Kopenhag Siyasi Kriterlerini ‘yeterince’ yerine getirdiği AB tarafından tescil edildi. O günden bugüne bir siyasi reform, insan hakları alanında önemli bir iyileşme, her çeşit azınlığın haklarını güvenceye alacak bir yasama faaliyeti göreniniz var mı?
Evet belki 12 Eylül referandumundaki Anayasa paketi bazı kısmi ilerlemeler getiriyordu ama koca yedi yıl geçti aradan, unutmayın.
Ve bu yedi yılda özgürlükler ilerleyeceğine geriledi. En basiti hapisteki gazeteciler meselesi.
Başbakan türlü çeşitli şekillerde ülkedeki gerilemeyi tevil etmeye çalışıyor ama görünen köy kılavuz istemiyor. Ne basın özgürlüğünde, ne ifade özgürlüğünde, ne Kürt meselesinde ne Alevi meselesinde ne Romanlar meselesinde yol alınabildi. Belki de alınmak istenmiyor.
Başbakanın ‘Ankara Kriterleri’ buymuş meğer.
Darbeci gazeteciler meselesi
BAŞBAKANA Strasbourg’da Avrupalı parlamenterler Türkiye’de tutuklu gazetecileri sorunca, “Sizde darbe teşvikçisi gazeteci var mı?” diye cevapladı.
Şu an hapiste 57 tane gazeteci var. Bunlar içinde darbecilikle, darbeye yardım yataklıkla suçlanan dört ya da beş kişi. Geri kalanı, tamamen ifade özgürlüğüyle ilgili suçlamalar ve mahkumiyetler nedeniyle hapiste.
Darbecilikle, darbeye yardım yataklıkla suçlanıp hapse girenlerden ikisi Ahmet Şık ve Nedim Şener. Bu iki meslektaşımızın dosyasının bütün ayrıntıları döküldü ortaya, suçlamaları inandırıcı bulan kimse yok neredeyse.
Şu an mahkumiyeti kesinleşip hapse girmiş gazeteciler aslında buzdağının görünen kısmı. Altta yüzlerce ayrı dava ve soruşturma var. Yüzlerce gazeteci mahkeme kapılarında. Daha geçen gün Başbakanın değer verdiği gazetelerden biri olan Akit, sürmanşetinden ‘Muhabir ve yazarlarımız mahkemeye gitmekten gazetecilik yapamıyor’ diye yakınıyordu.
Ahmet Şık ve Ertuğrul Mavioğlu’nun ‘soruşturmanın gizliliğini ihlal’ suçlamasıyla yargılanmasını izlemeye giden Hürriyet yazarı Ferai Tınç, Kadıköy Adliyesinde onlarca gazeteci yargılaması yapıldığını görmüş. Bu gazetecilerin tamamı Taraf gazetesinden.
Başbakan merak edip Bakırköy adliyesine baktırsa, halen yürüyen yüzlerce gazeteci davası olduğunu görecek.
Bütün bu davalar birer birer sonuçlanıyor ve mahkumiyetler çoğalıyor. Pek yakında büyük gazetelerimizin sorumlu yazıişleri müdürlerini cezaevlerine uğurlamaya başlayacağız.
Ve Başbakan hâlâ ‘darbeci gazeteciler’ diyor.
Paylaş